Sarmaşık
Yedi, sekiz yıl önceydi, 70 kadar ağaç (dişbudak) fidanı diktik bahçeye.
Baktım fidanların dibinde, topraktan minik minik, yeşil yapraklar çıkıyor.
Anasının rahminden yavaş yavaş baş çıkartan bebek gibiydiler.
Işıkla buluşunca, nasıl da sevinç ve coşkuya kavuşuyorlardı.
“Maşallah” dedim, nazar değmesin.
Çok sevdim kerataları, çok!
Suladım, besledim … Bildiğin gibi değil, evlat her biri.
Günler geçti, bir baktım meğer bunlar sarmaşıkmış.
Sarıldılar dişbudak fidanlarına.
“Bak sen şu işe” dedim, “birlikte büyüyecekler”.
Bir dostum geldi, “sarmaşık aslında aşk demektir” dedi.
Hadi ordan!
“Elbette, sarmaşık Arapça aşaka’dır, sarmaş dolaş olmak anlamında”.
Desene şık bir sarma hali var işin içinde?
Aynen öyle… ‘ışk’ da diyebilirsin.
Günler biraz daha geçti, dişbudaklar yaprak açmaya kalktılar.
Sarmaşık kıskandı yeni çıkan yaprakları, onları da kapladı.
Koca fidan, topraktan, en tepeye kadar sarmaşığa teslim oldu.
Şu aşk karşısında, fidanla figan olup kalıverdim oracıkta.
Aaah ahhh, sonrasını sorma kardeş…
Aşktır, meşktir derken, o namussuz sarmaşık dişbudağın iliğini kemiğini kurutmaya başladı.
Baktım bizim dişbudak kendinden geçiyor, bir deri bir kemik.
Dostum geldi, “Eee, aşk böyledir, kendini ona teslim edeceksin ki, o teslimiyet içinde eriyip bitiveresin”.
Dedim, “ben farklı bir gerçeklikten sesleniyorum, işitiyor musun Memeeet?”
Dedi, “farkı yok ki, ikisi de bir, bakarsan görürsün”.
Dedim, bu şabalak nerden çıktı karşıma? Kuruyacak dişbudaklar, el atmazsam bu işe.
Gittim, tümünü koparttım, attım.
Nihayet bir nefes aldı garibim fidanlar.
Aşkmış, pöh!
Günler geceleri kovalamaya başladı, bu namussuz hep aklımda.
Sürekli onu düşünüyorum, gövdeyi koparttım ama, kök kaldı toprakta.
Nasıl da düşünemedim? Ya sürmüşse kökten?
Ya eskiden daha güçlü geliyorsa?
Ya…?
Dayanamadım, gittim, ne göreyim?
Namussuz, aşifte bulmuş bir delik, çıkıvermiş dışarı, dolanmış bizimkine.
Kökünden söktüm laneti.
“Ohhhh…!” dedim, derin derin.
Geldim eve, içimde bir huzur.
“Ulan huzur bu ne hal, üstün başın sarmaşık?”
Dolanır da dolanır … Hay Allah …!
Gittim duş aldım, geldim, yine ortada.
Dayanamadım, koştum bahçeye.
O lanet eskisinden de güçlü, fidanı sıkı sıkı kavramış.
Dedim “bu mendeburun tohumunu kuşlar getiriyor”.
Dedi, “aşk bu, sökerek çıkartamazsın, yorma kendini”.
Dedim, “saçmalama fidan ölüyor”.
Dedi, “fena mı, bırak ölsün.”
Sen sus arka ses.
Dünyanın parasını verip fidanların üstüne tel kafes yaptırdım. Kuş, muş gelemesin.
Toprağı da iyice temizlettim, ne kök, ne yaprak, ne tohum…
Lanet olasıca, adı batasıcanın izi kalmadı.
Kafesin üstüne de kuş kovucu sinyal yayan bir elektronik zımbırtı koydum.
Ohhhh…!
Huzurla döndüm eve.
“Artık çıkmaz” diye kalkıyordum yataktan.
“Mendebur sarmaşık” nakaratıyla yüzümü yıkıyordum.
Zeytini çiğnerken “nasıl çıksın ki artık?” diye gülüyordum, çayı “bittin oğlum, bittin sen, kökünü kazıdım lanet şey” diye içiyordum.
Yine çıktı mendebur!
Dedim, “bu şerefsiz, bu vatan haini, bu gavurun dölü, bu ırz düşmanının tohumunu böcekler taşıyor, kuş kafesinin üstüne sinek teli koymalı.”.
Aklımı gurur kavanozuna batırıp, çıkarttım.
Top top sineklik tel alıp, fidanların üstünü oda gibi kapattım.
Nihayet, hayat varmış!
Eve gittim, yol boyu şaşkaloz sarmaşıkla dalga geçe geçe.
Divana şöyle bir uzanıp, gözümü kapa ya maya madı yama…
O lanet evladı lanet, gözüme kaçıverdi.
Aldım telefonu, aradım pimapen’ci Hüsnü ustayı.
“Koş usta, iş büyük, camla kapatacağım bahçeyi.”
…
Ertesi bahar, dişbudaklar sadece kupkuru, birer taşıyıcı kazık olmuşlardı.
Sarmaşıklar, yeşerdikçe yeşerdi, çiçekler açtı …
Eğildim, “ulan sidikli kim getiriyor seni buraya?” dedim.
“Kim olacak güzel abim, sen” demez mi.
O an’da anladım, aşk neredeymiş.