felsefe taşı

Virginia Woolf

Virginia Woolf
Mart 22
14:12 2016

1882’de Londra’da dünyaya gelen Virginia Woolf, Victoria Dönemi’nin tanınmış yazar ve eleştirmenlerinden Sir Leslie Stephen’ın kızıydı. Annesinin de babasının da ikinci evlilikleriydi ve büyük bir duygusal uyum yakalayan bu çiftin beş çocuğu oldu. Yaş sırasıyla Vanessa, Julian, Thoby, Virginia ve Adrian. Virginia’nın annesi Julia Duckworth, çocuklarıyla birebir ilgilenen, onların bireysel yönelimlerini erken yaşta keşfedip onlara destek olan, iç dünyası son derece zengin ve içinde bulunduğu döneme göre ileri görüşlü bir kadındı. Virginia’nın annesine olan hayralığını, yazmış olduğu pekçok eserinde, özellikle de otobiyografik kitaplarında, yakından gözlemlemek mümkündür.

Stephen Ailesi, Londra’da aydın bir semtte, güzel bir çevrede yaşıyor; yazlarını Cornwall bölgesinde St. Ives’daki evlerinde, deniz kıyısında geçiriyorlardı. Ailenin bütün çocukları, Victoria çağının tutucu yaklaşımından sıkılmış ve özgürlüklerini yaşamaya hevesliydiler. Hatta çocukların 16 Şubat 1910 tarihli Daily Mirror gazetesine manşet olmalarını sağlayan ve tüm İngiltere’nin gülümsemesine yol açan olay, tam olarak sisteme olan isyanlarının fotoğrafını yansıtmaktaydı. İngiltere’nin en büyük savaş gemisi olan Dreadnought’a, Habeşli asilzadeler kılığında girerek ağırlanmışlar ve erkek kılığına giren Virginia’nın fotoğrafı, manşet olmasının ardından günlerce İngiltere’de konuşulmuştu. İşte daha gençlik yıllarında bile Virginia; farklı, özel ve baş kaldıran yapısını gözler önüne seriyordu.
Ancak Virginia Woolf’un şekillenen karakterini doğru şekilde aktarabilmek için, Cambridge Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan babasını daha net anlatmak gerekir. Zira her ne kadar çocuklarını koruyup kollayan bir baba olsa da, şüphesiz ki,baskın ve sağlam karakteri ile, Virginia’nın feminist eğiliminin kök sebebi o olacaktı. Yaşamı boyunca babasından nefret eden ve erkek egemenliğine baş kaldıran yapısının, referans noktası, ilk gençlik yıllarındaki baba figürüydü. Babasına karşı kini o kadar yoğun ve güçlüydü ki, onun ölümünün 24. yılında, 1928 de bile, tuttuğu güncesinde şu satırları yazmaktaydı:

“Doksan altı yaşında olabilirdi şimdi… Şükür ki, olamadı. Onun yaşamı, benimkini tümüyle bitirirdi. Ne olurdu… Yazı yazmak yok, kitaplar yok…”
Ondan kurtulduğu için yazabildiğini, yaşayabildiğini ima eden bu satırlar, onun hayata bakışını kritik etmek açısından son derece önemlidir.
1904’te babasının ölümünden sonra Bloomsburry mahallesine yerleşen Virginia ve kardeşleri için, yepyeni bir dönem başlıyordu. Gençlik yılları ve özgürlük kavramı bir araya gelmesine rağmen, Virginia karşı cinsle ilgilenmiyor, etrafına ördüğü kalın bir duvarın ardında yaşıyordu. Oysa romancı Rosamond Lehman , onun; hüzünlü büyük gözleri ve çarpıcı yüz hatlarıyla, Ortaçağ’ın Meryem Anaları’nı andırdığını anlatmaktadır.

Virginia Stephen otuzuna yaklaştığı halde, hiçbir erkekle aşk ilişkisi kurmamış, kurmak da istememişti. 1909’da, Bloomsbury grubundan, yani adını oturdukları mahalleden alan aydınlar grubundan Lytton Strachey onunla evlenmeyi önerince, adamın eşcinsel olduğunu, bu yüzden de ona el sürmeyeceğini bildiği için, bu öneriyi hemen kabul etti. Ancak Lytton Strachey, korkuya kapılıp teklifini geri çekti ve arkadaş olarak iletişimlerine devam ettiler. Lytton Strachey, o sırada Seylon’da İngiliz hükümetinin memuru olarak görevli bulunan ve Cambridge’de erkek kardeşleriyle birlikte okuduğu için, Virginia Stephen’ı eskiden tanıyan Leonard Woolf’a bir mektup yazdı; Virginia ile asıl onun evlenmesi gerektiğini anlattı. Leonard Woolf, Bloomsbury Grubu denilen ve entelektüel züppeler sayılarak, kimilerince alaya alınan aydınlar grubunun en değerli üyelerinden biriydi. 1906’da bir araya gelmeye başlayan bu aydınlar, British Museum’un bulunduğu semt olan Bloomsbury mahallesinde otururlar; genellikle Virginia ile kız kardeşi Vanessa’nın evinde toplanırlardı. Onlara karşı yöneltilen başlıca suçlama, kendilerini fazlasıyla beğenmek, herkese tepeden bakıp aralarına başkalarını almamaktı. Virginia ve Leonard Woolf’tan başka, resim yapan kardeşi Vanessa ve eşi, sanat tarihçisi Clive Bell, Lytton Strachey, yüzyılımızın en iyi romancılarından E.M. Forster, Ressam Roger Fry ve daha birçok değerli insan vardı bu grupta. Hepsi yüksek orta sınıftandı ve erkekler genellikle Cambridge’de okumuşlardı. Zaten Bloomsbury grubunun temeli, Virginia Woolf’un kardeşi Thoby Stephen, eniştesi Clive Bell, Leonard Woolf, Lytton Strachey gibi bazı Cambridge öğrencilerinin, 1899’da kurdukları Geceyarısı Derneği’ydi.

İşte bu dönemlerde bile Virginia’ya aşık olan Leonard Woolf ise, kız kabul ederse, Lytton’un bir telgraf çekmesinin yeteceğini; memuriyetinden hemen istifa edip, ilk vapurla İngiltere’ye geri döneceğini bildirdi. Nitekim, Leonard Woolf, yedi yıldır yaşadığı Seylon’dan döndükten bir yıl sonra, 1912’de Virginia Stephen ile evlendi. Bu evlilikle, Virginia, sadece bir koca değil, yaşamının geri kalanını tamamen idaresine alabilecek yetenekte bir hemşire-bakıcı edinmişti. Ne var ki, cinsel açıdan yalnız eşine değil, tüm erkeklere karşı buz gibi olan bu kadın, Leonard Woolf’a inanılmaz bir sevgi duyuyordu. İkisini de fena halde üzen başarısız birkaç deneyimden sonra, kardeş kardeş yaşamaya karar vermişlerdi. Kafa açısından tam bir anlaşma vardı aralarında. Beden hazları dışında her şeyi paylaşırlardı. Virginia, bir kitabını bitirir bitirmez, okuyup eleştirmesi için Leonard Woolf’a verirdi. Onu hiçbir zaman yönlendirmeye kalkmayan eşinin, yargıların en doğrusunu vereceğine tam bir güveni vardı.

1915 yılında yayımlanan, ilk kitabının da güvenilir eleştirmeni, eşi Leonard Woolf olacaktı. Virginia Woolf’un ilk romanı DIŞA YOLCULUK’ta, romanın baş kişisi Rachel Vinrace, yalnız bir deniz yolculuğuna çıkmakla kalmaz; dışarıya, yani dış dünyaya açılır bu yolculuğu sırasında. Virginia Woolf, “DIŞA YOLCULUK”üstünde 1908’de çalışmaya başlamıştı. O yıla değin yalnız eleştiri yazıları yayımlamıştı. Beş yıl uğraştıktan sonra, romanı 1913’te bitirdi. Ne var ki, bu arada gene ağır bir ruhsal çöküntü geçirdiği için, kitap ancak 1915’te yayımlanabildi. Virginia’nın ruhsal sorunları çok küçük yaşlarda başlamıştı ve bunlardan Leonard’ın haber yoktu. O, ilk depresyonunu, 1895’te on üç yaşındayken annesinin ölmesi üzerine geçirmişti. Adeta delirmiş gibiydi. Bu delirme nöbetleri, intiharına kadar, belirli aralıklarla yineleyecekti. 1904’te gene ağır bir bunalıma girdi. Bir pencereden attı kendini. İyi ki, pencere çok yükseklerde değildi. Bu nöbetlerden haberi olmayan Leonard Woolf ile evlendikten bir yıl sonra, 1913’te, gene hastalandı. Bir şişe uyku hapı yuttu. Leonard Woolf, onu hemen hastahaneye götürdü, midesi yıkandı. Ona bakmak için üç dört kadın tutulduğu halde, hastabakıcıları onunla başa çıkamadılar. Virginia’yı özel bir hastahaneye kapatmak zorunda kaldılar. Bu nöbet 1915’e kadar sürdü. İşte Dışa Yolculuk, tam da bu kaotik dönemin ürünüdür. Birkaç yıl sonra çağının en ünlü kadın yazarı durumuna gelen Virginia Woolf’un bu ilk romanı, yalnız iki bin adet basıldığı halde, ancak on beş yılda tükenebildi. Virginia Woolf otuz üç yaşındayken çıkan bu kitap, geleneksel gerçekçi İngiliz romanının özelliklerine az çok uyan, dolayısıyla yazarın daha sonraları yazdıklarına pek benzemeyen bir kitaptı.

Leonard Woolf, İngiliz İşçi Partisi’nin üyesi aktif bir sosyalistti. 1917’de Rus Devrimi’ni sevinçle karşılamıştı. Virginia Woolf ise, eşiyle birlikte sosyalistlerin bazı toplantılarına gitmekle birlikte, tartışmalara hiç katılmazdı. İşçi sınıfının sorunlarına pek ilgi duymadan, uzaktan bakardı. Hatta 1920’de güncesinde , gerçek şu ki, aşağı sınıflar sahiden nefret edilecek sınıflardır diye yazmakta bir sakınca görmemişti. Forster’e göre, Virginia Woolf gibi zaten yeterince kişisel sorunları olan bir insanın, toplumsal sorunları da yüklenecek gücü göstermesi beklenemezdi.

Virginia Woolf’un, ablası Vanessa Bell’e adadığı, ikinci kitabı olan GECE VE GÜNDÜZ, 1919’da yayımlandı. Romanın baş kişisi Katharine Hilberry, bir insanın düşüncesiyle davranışı arasında, kişisel yaşamıyla toplumsal yaşamı arasında büyük bir ayrım, derin bir uçurum olduğunu düşünmektedir. Uçurumun bir kenarında, insanın ruhu, canlı ve gün ışığındadır; öteki kenarında ise “gece kadar karanlıktadır”. Katharine, temelli bir değişime uğramadan, insanın bu uçurumu aşmasının, geceden gündüze geçmesinin yolu var mıdır acaba diye sorar kendi kendine…

Leonard Woolf, eşinin ilk iki romanını, onun “ölü” yapıtları arasına koysa da, yazarın kendisi, 1919 güncesinde, ikinci romanını birincisinden daha çok beğendiğini; daha derin, daha olgun ve daha az kusurlu bulduğunu ifade ediyordu. Virginia’nın yakın dostu, öykücü Katherine Mansfield ise, çok daha acımasız bir eleştiride bulunmuş; GECE VE GÜNDÜZ’ü, Jane Austen’in romanlarına benzeterek, Virginia Woolf’un fena halde bozulmasına neden olmuştu. Yine de yazmak konusunda büyük bir aşk yaşayan Virginia için, bu eleştiriler sadece tetikleyici bir unsurdu.

1920ler, kadınların söz hakkının çok olmadığı, eğitim haklarının kısıtlı olduğu ve ötekileştirildikleri bir dönemdi. Virginia Woolf’un, karakteristik ögelerinden biri olan feminist duruşu, işte bu dönemde kendini iyice göstermeye başlamıştı. Babası, kişiliğinin ağırlığıyla kızını ezmeseydi; ağabeyi cinsel tacizlerde bulunmayıp normal bir kardeş gibi davransaydı, kendisi de kadınlardan hoşlanmasaydı; Virginia Woolf, 1920’li yıllarda gene de feminizmi savunurdu büyük bir olasılıkla… Bunun ilk nedeni, XIX. yüzyılın sonunda, yani Virginia Woolf on sekiz yaşındayken, kadınlarla erkekler arasındaki eğitim eşitsizliğiydi. Virginia Woolf’un, Oxford ile Cambridge adlarını birleştirerek Oxbridge dediği iki büyük üniversiteden Oxford’a, kadınlar ancak 1920’de kabul edilmişti. Cambridge ise, kadınlara yalnız “titular” denilen türden diplomalar veriyordu. Şöyle ki, kadınlar diploma alabiliyorlar; ama bu diplomanın sağladığı ayrıcalıklardan yararlanamıyorlardı. Devlet memurluğu sınavlarına ancak 1926’da girebildiler. Babasının büyük kitaplığından ve birkaç özel dersten yararlanarak kendini yetiştiren Virginia Woolf, Cambridge’e giden erkek kardeşlerine sağlanan eğitimden yoksun kaldığının bilincindeydi ve bunun acısını çekti ömrü boyunca. Yazdığı kitaplardaki güçlü kadın karakterler ve kadınlara yol gösteren nitelikteki kurgular, Virginia’nın tarzını net olarak ortaya koyuyordu.

Virginia Woolf, üçüncü romanı Jacop’un Odası’nı, 1921’de bitirip, bir yıl sonra yayımladı. Yunanistan’da tifoya kapılıp 1906’da çok genç yaşta ölüveren sevgili kardeşi Thoby’nin kişiliğini düşünerek yazdığı bu kitapta, Jacob Flanders’ın kısa yaşamına bir projektör tutuluyordu sanki… Yazar; geleneksel romanın gözle görülür tuğlalarla dikilen yapısından kaçayım derken, hiçbir yapısı olmayan, dolayısıyla bir bütün oluşturamayan bir roman yazmıştı. Jacop’un Odası, yalnız dağınık değil, kopuk kopuk izlenimini de vermekteydi okuyucuya. Bu kopukluğun bir kısmı bilinçliydi, çünkü Virginia, o sıralarda sinema gelişmiş, bir sanata dönüşmemiş olduğu halde, film tekniğini kullanarak, bir zamandan başka bir zamana, bir mekandan başka bir mekana geçiyordu. Son derece cesurca kaleme alınan bu eserinin ardından, 1925’te ünlü yapıtı Mrs. Dalloway okuyucu ile buluştu. Virginia Woolf, Jacop’un Odası’nda denediği kendine özgü yeni roman türünü, üç yıl sonra tam bir başarıyla uygulamaya koymuştu.

Virginia W oolf, kişisel sorununu, yani yaşamını zehirleyen, sonunda kendini öldürmesine neden olan delilik sorununu, yazdığı dokuz roman arasında ancak Mrs. Dalloway’de ele aldı. Kitabı bitirdikten sonra da, Aralık 1924 güncesinden anlaşıldığı gibi, bunu yapmasının doğru olup olmadığı konusunda kuşkulara düştü. Oysaki bu tedirginliği boşunaydı. Bu konudaki en sağlıklı eleştiri ise, yine E. M. Forster’dan geldi. Şöyle diyordu Forster:
“Uygar bir kitaptır bu ve kişisel deneyimlere dayanarak yazılmıştır. O kitaplarında olduğu gibi özel yaşamının sorunlarında da, delilik konusunu ele alırken her zaman uygar ve sağduyuluydu. Bu özel hastalığın sivri köşelerini törpüledi; bunun da bir hastalık olduğunu saptadı. Çekingen ya da dikkatsiz düşünenler yüzünden bu hastalığa bağlanan uğursuz büyüyü yok etti. Onun bize verdiği armağanlar arasında bunu da hesaba katıp, şükran duymalıyız ona.”

Mrs. Dalloway’de olay örgüsü denilecek bir şey yoktur. Başı sonu olan bir öykü de anlatılmaz. 1923 yılının Haziran ayında geçen bir günün yirmi dört saati değil, sabahtan geceye kadar aşağı yukarı on iki saati, sürekli olarak geçmişe de dönüşler yaparak ele alınır. Ana karakter Clarissa Dalloway, akşam vereceği parti için sokağa çıkıp çiçek alır; eski aşığıyla görüşür; savaş yüzünden ruh hastası olan hiç tanımadığı bir genç kendini öldürür. İşte olup bitenler yalnız bunlardır. Virginia Woolf ilk gençliğinde, belki de Mrs. Dalloway’deki Sally Seton’un modeli olan Madge Vaughan’a aşık olmuştu. 1914’teki bunalımı sırasında, kendisine büyük bir özveriyle bakan Violet Dickinson’a da aşık oldu. Ama asıl büyük aşkı, 1922’de yani kırk yaşındayken tanıştığı Vita Sackville-West’di ve 1928’de yayımlayacağı Orlando’nun esin kaynağı da, bu kadın olacaktı.

1927’ye gelindiğinde ise, Virginia Woolf’un en ünlü ve en güzel romanı okurlarıyla buluştu: Deniz Feneri… Eşi Leonard Woolf’un, ruhbilimsel bir şiir, diye tanımladığı bu romanda, yazar, kendini değil de, çocukluk anılarına dayanarak annesiyle babasını anlattığı için, onun otobiyografik sayılabilecek kitabıdır bu… Stephen ailesi, her yıl yaz aylarında, Cornwall kıyılarındaki St. Ives’a giderdi. Ama roman, St. Ives’da değil de, İskoçya sahillerinin açıklarında, Hebrides adalarından birinde geçiyordu. Romanın ancak bir tek yerinde de, bu adanın adının isle of Skye olduğu söylenmekteydi. Romanın baş kişisi Mrs. Ramsay, denizin sesini, kimi zaman ona huzur veren tatlı bir ninniye; kimi zaman da ölümün yaklaştığını bildiren davulların korkunç gümbürtüsüne benzetiyordu. Kitabın asıl özünü romandaki insanlar oluşturmakta ve bunların ne yaptıkları değil, ne oldukları önem kazanmaktaydı. Virginia Woolf, on dört yaşındayken yitirdiği sevgili annesi Julia Stephen’ı, Mrs. Ramsay’nin kişiliğinde yeniden canlandırmak istemiş ve bunu öyle bir başarıyla yapmıştı ki, ablası Vanessa Bell, “DENİZ FENERİ”ni okurken heyecandan kendinden geçerek, bir ölünün böyle dirilmesi karşısında, adeta dehşete kapılmıştı.

Çocukluk dönemini anlattığı Deniz Feneri’ni yazdığı sırada, Virginia Woolf’un çocuk sahibi olma konusundaki fikri de dikkat çekicidir. Eşiyle cinsel ilişkisi pek uzun sürmediği halde, Virginia Woolf da çocuk doğurabilirdi elbette; ama Leonard Woolf, analık sorumluluğunun eşini ruhsal açıdan büsbütün sarsacağı korkusuyla çocuk istemiyordu. Gelgelelim, çocuksuzluk, öteki sorunlarına eklenip, başlı başına bir dert oldu Virginia Woolf için… Aralık 1927 güncesinde, çok sevdiği yeğenlerinin verdiği bir partiden dönüp de bu çocukların ne hoş olduklarını anlattıktan sonra, hem kendini tümüyle yazmaya adamak istediği, hem de çocuk doğurmanın “bedenselliğini” sevmediğinden, doğurmaktan vazgeçtiğini söyler:

“Ama ne garip ki, kendi çocuklarımın olmasını istemiyorum artık. Ölmeden önce bir şey yazmaya doymak bilmeyen bir isteğim var. .. Yaşamın kısalığı ve sağlıksız ateşi beni yıkmakta … Doğurmanın bedenselliğinden hoşlanmıyorum. Bu duyguyu içgüdüsel olarak öldürdüm belki; belki de doğa yaptı bunu.”
O artık tamamen yazmaya adamıştı kendini ve üretkenliğini, doğurganlığını sözcükler ile yaşayacaktı.

Deniz Feneri’nden bir yıl sonra 1928’de yayımlanan Orlando, Virginia Woolf’un öteki romanlarına hiç mi hiç benzemeyen, hatta İngiliz edebiyatında hiçbir başka kitaba benzemeyen, tümüyle özgün bir düşgücü ürünüydü. Eleştirmenler genellikle, bir fantezi diye nitelerler Orlando’yu. Güncesinden anlaşıldığı gibi, Virginia Woolf çok zor bir kitap olan Deniz Feneri’ni bitirip, daha da zorlayıcı olan Dalgalar ile uğraşmaya başlamadan önce, biraz dinlenmek, biraz dalga geçmek niyetindeydi. Orlando için şu yorumu yazmıştı güncesine:
“Bunu yazmanın çok eğlenceli olacağını sanıyorum. Bundan sonra yazmak istediğim çok ağırbaşlı, mistik ve şiirsel kitaba başlamadan önce, kafamı dinlendiririm.”

Orlando’nun başından geçen olayların en çarpıcısı, kitabın ilk yarısında erkekken, günlerce süren gizemli bir uykudan sonra, ikinci yarısında kadın oluvermesidir. Orlando’nun, Virginia Woolf’un bir ara aşık olduğu Vita Sacville-West’e ithaf edildiği ve Vita’nın kişiliğinden esinlendiği göz önünde tutulursa, bu cinsiyet değişimi son derece anlamlıydı. Çünkü Virginia Woolf’un gözünde Vita Sackville-West, kadınlıkla erkekliği kişiliğinde birleştiren bir yaratıktı. Onda bir erkeğin gücü ve bir kadının zarifliği vardı. İşte bu yüzden Vita’nın oğlu Nigel Nicolson, Orlando’dan, edebiyat tarihinin en uzun ve en nefis aşk mektubu, diye söz etmektedir.

1929’da yayımlanan “Kendine Ait Bir Oda”, Virginia Woolf’un Newnham ve Girton College’lerinde 1928’de verdiği iki konferansdan oluşan ve konuşma dilinin doğal ve rahat akışını koruyan kısa bir kitaptı. Virginia Woolf, yalnız geçmişte değil, XIX. yüzyılda da, kadınlara gerçekten yaşama fırsatı verilmediğini ileri sürer. Kadınlar, erkekler gibi tek başına yolculuklara çıkamazlardı; ancak ailelerinin istediği kişilerle tanışabilirlerdi; yeni çevrelere giremezlerdi. Bu yüzden de yaşantı ve deneyleri sınırlı kalırdı. Genellikle kadın sorunundan fazla, yazar kadınların sorunları üzerinde duran Virginia Woolf, Charlotte Bronte’nin, erkekler gibi yaşayabilseydi, başka konuları da işleyebileceğini; Jane Austen’in ise yalnız çaylı toplantıları anlatmakla yetinmeyeceğini öne sürüyordu.

Virginia Woolf, 1931’de yayımladığı Dalgalar’ı yazarken, bu kitapla o güne değin hiçbir başka romancının göze alamayacağı değişik şeyleri yapmak istediğini, bu romanın o güne değin yazılan hiçbir başka romana benzemeyeceğini biliyordu. Çünkü DALGALAR, “hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir olacaktı; hem roman olacaktı, hem de tiyatro oyunu”… Joan Bennett’e göre, DALGALAR, Virginia Woolf’un en özgün kitabıydı ve yazarın, çocukluktan yaşlılığa değin yaşamı ve ölümü nasıl algıladığını en kapsamlı biçimde göstermekteydi. Joan Bennett’in bu görüşünü benimseyen Jean Guignet’ye bakılacak olursa, Virginia Woolf’un ne olduğunu, ne düşündüğünü, ne duyduğunu okuyuculara tam olarak aktaran DALGALAR’ın, onun başyapıtı sayılması gerektiği hiç kuşku götürmez.

Dalgalar’dan sonra 1937’de yayımlanan Yıllar’ı okuyunca, büyük bir hayal kırıklığı yaşamış ve aynı yazarın bu iki kitabı peş peşe yazmış olduğuna inanmak istememişti okuyucu. Çünkü Virginia Woolf, üçüncü romanından, yani Jacob’un Odası’ndan sonra uyguladığı, kendine özgü yeni yöntemlerden vazgeçmiş, geleneksel roman türüne geri dönmüştür. Yıllar; Mrs. Dalloway’de, Deniz Feneri’nde, Dalgalar’da denediklerinin bir devamı değil; ilk iki kitabının DIŞA YOLCULUK ile GECE VE GÜNDÜZ’ün başarısız bir tekrarıydı. Virginia Woolf, romanla şiiri kaynaştırarak, roman türüne yepyeni bir biçim vermeyi aklından hiç geçirmemişti sanki.

İşin en garip yanı, Virginia Woolf’un, geleneksel romana geri dönmekle bir ödün verdiğinin hiç bilincinde değilmiş gibi bir tutum benimsemesiydi. Virginia Woolf, Dalgalar’dan sonra böyle bir romanı çok kolay yazacağını sanmıştı. Ama hiç de öyle olmadı. Çünkü bu tür bir roman, hem yirmi yıldır yazdıklarına aykırı düşüyordu, hem de çok ağır bunalımlar geçiriyordu o sırada. Ruhsal çöküntüleri birbirini hızla izliyor, bir depresyondan çıkıp bir yenisine giriyordu. Mahvolduğunu, 1913’ten beri uçurumun kenarına böylesine yaklaşmadığını yazıyordu güncesinde. Virginia Woolf geleneksel bir roman yazdığına göre, böyle bir romanda bir olay örgüsü anlatılması gerekirdi. Oysa değil bir olay örgüsü, olay sayılabilecek bir durum bile bulunmaz Yıllar’da… Sadece Pargiter ailesinin üç kuşağı ele alınmaktaydı.

Alışılagelmiş türde ve okuyucuların kolayca anlayabilecekleri bir roman olan YILLAR, rekorlar kırarak, 25,000 sattı; altı hafta Amerika’nın best-seller listesinde kaldı. Gelgelelim Virginia Woolf bu başarıyla avunamazdı. Çünkü YIllar’ın kötü olduğunun, kitap daha basılırken farkına varmıştı. Güncesinde, nefret edilesi bulduğu kitabın müsfeddesini kocasına götürdüğünü ve hiç okumadan yakmasını istediğini anlatmaktaydı. Ama daha sonraları, belki de kendini savunmak, bir kitap daha yazmak gücünü bulmak için, güncesinde söyle yazmıştı:

“Önemli olan şu ki, ben kendim biliyorum, bunun neden bir başarısızlık olduğunu ve bile bile yapılan bir başarısızlık olduğunu.”
Bİn dokuz yüz otuzlar, Virginia’nın ruh sağlığını bihayli hırpalayan yıllardı. Yahudilerden hoşlanmayan Hitler iktidara gelmiş, İtalya ve Almanya’da faşizm egemen olmuştu. Üstelik ayrıca düşkün olduğu yeğeni Julian Bell, İspanya İç Savaş’ında faşistlere karşı çarpışırken öldürülmüştü. Faşizme karşı, 1935’te, “Bundan Sonraki Savaş” adlı bir makale yazdı ve daha sonraları, bunu “Üç Gini” izledi. 1936 Aralık ayında komünist Daily Worker gazetesinde “Sanatın Politikanın Peşinden Gitmesinin Nedeni” adlı bir makalesi de çıktı. Bu yüzden de Nazi şeflerinden Himmler’in kara listesine girdi.

Naziler İngiltere’yi işgal etseydi; Bertrand Russell, E.M. Forster, G.B. Shaw, eşi Leonard Woolf ve başka İngiliz aydınlarıyla birlikte hapse atılacaktı.
Virginia Woolf, ikinci bir dünya savaşının, Avrupa uygarlığının sonu olacağı saplantısına kapılmıştı. Savaşın ilk iki yılında Nazi Almanya’nın zaferleri, korkularını büsbütün arttırdı. Eşi onu Londra’dan uzaklaştırdı. Kırsal bölgede bir eve yerleştiler. Yalnız Londra değil, bütün ülke geceleyin sürekli havadan bombalanıyordu. l940 güncesinde,
“Ellerimizi başımızın arkasında kavuşturarak yüzükoyun yattık. Dişlerin birbirine değmesin, dedi Leonard.” diye anlatmaktadır.

Onu ölüme sürükleyen, yalnız savaştan kaynaklanan ruhsal yıkıntı değil, yazar olarak yaratıcı gücünü yitirdiği kaygısıydı aslında… Londra bombalanırken,
“Bu gece kim ölecek?” diye sormuştu kendi kendine. Arkasından da,
“İnsan artık yazamıyorsa, canına kıyması daha iyi olur” diye eklemişti.
Bir savaş içinde yaşamanın felaketi, artık yazmamak kaygısı, her an delirmek korkusuyla birleşince, denizi büyük bir tutkuyla seven, ama denize girmediği için yüzmesini bilmeyen Virginia Woolf, ceplerini taşlarla doldurup, kendini Ouse ırmağına attı. Yürürken kullandığı bastonu, ırmağın kıyısında bulundu. Elli dokuz yaşındaydı o sırada.

Virginia Woolf, canına kıymadan önce, ablası Vanessa’ya ve eşi Leonard Woolf’a birer mektup yazmıştı. Eşine mektubunda şöyle diyordu:
“Gene delireceğimden eminim. O korkunç günleri yeniden yaşamaya katlanamayacağımı hissediyorum. Bu kez iyileşemeyeceğim üstelik. .. Sesler duymaya başlıyorum … Bu yüzden de, yapabileceğim en doğru şeyi yapıyorum. Sen, mutlulukların en büyüğünü verdin bana .. . Bundan böyle savaşamam … Senin yaşamıııı bozduğumu biliyorum .. . Kendi yaşamımın bütün mutluluğunu sana borçluyum … Beni herhangi bir kişi kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Senin iyiliğine güvenimden başka her şeyimi yitirdim … Artık senin yaşamını bozamam. Hiç kimse bizim ikimizden daha mutlu olmamıştır.”

Virginia, denizin derinliklerinde huzuru aramayı seçmişti. Bizler ise, Edebiyatın derinliklerinde, onun eserlerinin büyülü serüvenini keşfi tercih ettik.

6.439 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • Tyana’nın 4 Güçlü KadınıTyana’nın 4 Güçlü Kadını Tyana, bugünkü adıyla Kemerhisar, Niğde’nin 24 km güneyinde, Bor ilçesine bağlı bir beldedir. Tarihi binlerce yıl öncesine dayanır. Tarih sahnesinde ilk olarak M.Ö1680 yılında çıkar. […]
  • Siyah Ayna Söyle BanaSiyah Ayna Söyle Bana Gerçekten ne istiyorsun? Bugün kendine dert olarak gördüğün ufak tefek şeyler topyekun ortadan kalktığında bak bakalım dünya ne kadar cennet, ne kadar cehennem? Dijital Kültür ve Yapay […]
  • “Yanmak Gerek!” Derken…“Yanmak Gerek!” Derken… YANMAK GEREK' derken.... Sindirim sistemi sadece yiyecekleri sindirmez, yemek ve içmekten daha fazlasıdır. Ayurvedik Tıbbın temel taşlarından biri olan 'SİNDİRİM, YAŞAMIN KABULÜ ve […]
  • Büyüsünü Yitiren DünyaBüyüsünü Yitiren Dünya Akademik ve entelektüel (?) çevreler haricinde adem evladı moderniteye (modernizm farklı kavram) sırtını döndü: Akılcılık, bilimsel düşünce, metafiziğin dışlanması (seküler yaklaşım) […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Kasım 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930  

Arşivler