felsefe taşı

Mona Lisa’nın Teğellenmiş Hikayeleri

Mona Lisa’nın Teğellenmiş Hikayeleri
Ocak 06
11:51 2014

Bütün gün bir vitrinin içinde, el el üstünde, yüzünde yarım bir gülümseme ile tek başına oturmak hiç de kolay değil. Her akşam Oyuncak Müzesi kapandıktan sonra bir oh çekiyor, ayağa kalkıp oturmaktan ağrıyan belimi rahatlatıyorum. Ertesi gün yine süslenip püslenerek vitrinin arkasına geçip oturuyorum. Olsun, ben ilgi görmeye ve şöhrete alışığım, seviyorum bu hayatı.

Aslında günlerimiz çok eğlenceli geçiyor; yerlerimize kurulup, o günkü ziyaretçilerimizi her sabah yenilenen bir heyecanla beklemeye başlıyoruz. Kimse yokken vitrinden vitrine sizin sessiz sakin gördüğünüz bütün bu oyuncaklar birbirlerine laf atıp şakalar yapıyorlar; ama ben daha yukarıda ve olgun olduğum için, gülümsememi hiç bozmadan, arada bir sol kaşımı kaldırarak izliyorum onları. Sanki hepsi benim sorumlu olduğum bir sınıf dolusu ele avuca sığmaz çocukmuş, ben de onları zaptetmek için uzak duran eski moda bir öğretmenmişim gibi. Şu meşhur bıyık altı gülümsememden olacak, öyle mesafeli ve çok bilmiş bir halim var ki, benimle arkadaş olamayacaklarını düşünüyorlar besbelli. Sanırım bu yüzden kimse gelip penceremi tıklatmıyor. Gerçi oyunlarına çağırsalar bu uzun eteklerle katılabilir miyim onu da bilmiyorum ya, neyse.

Bulunduğum salon beyaz kremalı kocaman bir pastaya benzeyen Oyuncak Müzesi’nin ikinci katında. Salona girer girmez sağ tarafta, biraz yüksekte, kendime ait küçük bir vitrinde benim yerim. Tam çaprazımda çeşit çeşit Mickey Mouse’lar, karşımda besili pazularıyla Temel Reis’ler ve yanıbaşımda da masal kahramanları ile filmlerin süper kahramanları var. Laf aramızda, beni en çok o güldürdüğü için içlerinde en çok Şarlo’yu seviyorum.

Müzenin ziyaretçileri bizim salona hep gürültüyle girerler. Dar ahşap merdivenlerden dikkatle çıkarlar, son basamakta küt diye vururlar ayaklarını yere. Merdivenlerde bir ses duyunca, vitrinlerde tüm oyuncaklar klasik pozumuzu alıp nefesimizi tutarak, gelecekleri bekleriz; kimse az önce ne yapmakta olduğumuzu bilmez.

Ziyaretçiler, kalabalık vitrinlerin önünde her zaman daha uzun süre oyalanır, her oyuncağı tek tek incelerler genellikle. Hatırladıkları oyuncakları gördüklerinde kendi çocukluklarına rastlamış gibi, gözleri parlayarak yanlarındakilere gösterir, heyecanla bir şeyler anlatırlar; ama benim vitrinimde bir tek bana baktıklarını bilirim. Onlar bana bakarken ben de onları incelerim. Sürekli gelenleri tanıyorum artık, gelip hep benim karşımda uzun vakit geçiren koca çantalı bir kız var mesela. Sağıma soluma eğilip bakar her seferinde, vitrinimin yanındaki plaketi okur, durur düşünür, önünden arkasına geçene yol verir, eli çenesinde dalgın dalgın seyreder beni. Merak ederim kimdir, aklından neler geçer, kimbilir.

Bazen de karşımda durup bana bakanı daha önceden gördüğüm birine benzetir, neredeyse seslenecek olurum. Bir keresinde küçük kızın birini beni yapan oyuncak ustası kadının torunu zannettim. Neredeyse neşeyle ismini söyleyip yerimden fırlayacaktım. Neyse ki kızın yanında elinden çekiştirip duran, nedensiz bir şekilde bu Müzede bile aksi ve ekşi suratlı annesini gördüm de, kendi kendime “Otur kızım Lisa, insanlar çift yaratılmıştır, benzetmişsin işte,” diyerek sakinleştim. Küçük kız sanki ona karşı hissettiklerimi anlamış gibi, annesi elinden çekiştire çekiştire götürürken arkasına bakmaya devam etti. Ben de hiç açık vermeden, yüzümde her zamanki göz alıcı gülümsemem, kıpırdamadan oturdum.

“Yalnız yaşayan insanların, kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır” demiş ya bir yazar, insan kıpırdamadan otururken bile kendine eğlenceler yaratabilir. Mesela, kendi kendine listeler yapabilir. Benim ilk yaptığım liste “Müze’deki En Yaşlılar”a aitti, hiç unutmam, çünkü epey vaktimi almıştı. Oyuncak Müzesi kurulurken biz oyuncaklar raflarda kutularda salonlarımızı vitrinlerimizi beklerken, aramızda konuşup birbirimizi tanıyacak çok vaktimiz olmuştu. Bildiklerim duyduklarım kadardır tabii, bir yanlışlık olmasın. Tanıdığım, adını duyduğum tüm oyuncakları tek tek aklımdan geçirerek saydım, en sonunda şöyle bir liste çıktı ortaya: Nuh ve gemisi, Noel Baba, Hacivat’la Karagöz, Kanuni ile Hürrem, bir de ben. Şu işe bakın ki eğlenmek için yaptığım bu listede en yaşlı beşinci ben çıkınca canım çok sıkıldı. Sonra yaptığım listelerde kendimi hep ayrı tuttum, kadınsı bir duyarlılık işte.

Beni dinleyen birini bulunca böyle anlatmaya başlayıverdim, kusura bakmayın ne olur. Dinleyen birilerini bulunca, içimde ne çok şey biriktirdiğimi farkediyorum ben de. Siz de bilirsiniz, insanın hikayesini anlatacağı birilerini bulması kadar önemli bir şey yoktur hayatta.

Bakın şimdi, dünyada herkes kendinin benzersiz olduğuna inanır, ama bir benzerini arar içten içe, öyle değil mi? Bense gerçekten benzersiz ve bir tane olduğumu biliyorum. Ben dünyanın en meşhur tablosundan, Mona Lisa’dan ilham alınarak dünyaya getirilmişim. Bu tablonun yaratıcısı olan Leonardo da Vinci, sadece resimle değil, anatomiyle, astronomiyle, matematikle, mimariyle, mühendislikle, müzikle de uğraşıyordu. Gençken bir at nalını çıplak elleriyle düzeltebilecek kadar güçlü olduğu söylenen ve en büyük hayali uçmak olan, o dönemlerde yaptığı kanatlı makine çizimleri şimdiki helikoptere benzeyen Leonardo, Mona Lisa adını verdiği tabloyu kavak ağacından küçücük bir panoya beş yüzyıl önce yaparken dünyanın konuşmaktan hiç bıkmayacağı bir şeyle uğraştığını bilmiyordu kuşkusuz. Uzmanlar hala tablo üzerinde tek bir fırça veya parmak izi olmadığına şaşmakla meşguller, onun bu duruma cennetinde kahkahalarla gülüyor olduğunu düşünmek çok hoşuma gidiyor.

Floransalı zengin bir ipek tüccarının siparişi üzerine, üçüncü eşinin model olduğu bu tabloyu yapmaya başlamış Leonardo. Rivayete göre bu hanım bir ressamın karşısında oturmaktan biraz gerginmiş, o dönemlerde bir kadın için pek alışık olunan bir durum değilmiş bu tabii, bu yüzden ressam onu tuvale geçirirken rahatlasın diye bir yanında hep müzikler çaldırmış, soytarılar hokkabazlar oynatmış. Tablo üzerinde o kadar uzun süre çalışmış ki, rakibi görülen Michelangelo’nun aynı sürede Sistine Chapel’in tavan süslemelerini tamamladığı söylenir. Neredeyse dört koca yıl! Belki de Leonardo “Sanat eseri bitirilmez, ancak terk edilir” derken kendisiyle Mona Lisa tablosu arasındaki ilişkiyi anlatıyordu.

Bu arada, yaşlanmasına rağmen içindeki çocuğun meraklı bakışlarını hiç kaybetmeyen Leonardo, Floransa’ya gelen Fransa kralını karşılama töreni için dahiyane bir mekanik oyuncak tasarlamış. Gerçek boyutta bir aslan büyüklüğündeki bu belki de tarihin yazdığı ilk robot, on adım kadar atabiliyor, kafasını ve kuyruğunu sallayabiliyor, üstelik kafasına vurulduğunda ağzını açabiliyormuş. Kral aynı zamanda Floransa şehrinin sembolü olan bu aslanın olağanüstü marifetlerini görünce pek eğlenmiş, derken aslanın ağzı açılıp da içinden kendisine verilmek üzere Fransa’yı simgeleyen zambaklar çıktığında, şahit oldukları bu mucizevi olay karşısında etraftaki kalabalıktan duyulan hayret nidaları ve çılgınca yükselen alkışlar arasında Leonardo’ya olan hayranlığı iyice artmış. Bir yıl sonra da hem çalışmalarını sürdürmesi hem de ufuk açıcı dostluğundan daha fazla yararlanabilmek için onu Fransa’ya davet etmiş.

Leonardo İtalya’dan kalkıp bu davet üzerine Fransa’ya giderken, hala tamamlanamamış tablosunu da kolunun altına alıp götürmüş. Hayatının son yıllarını Kralın kendisine tahsis ettiği küçük bir şatoda geçirmiş, dört yıl sonra orada öldüğünde Mona Lisa diğer eşyalarıyla beraber hiç evlenmediği ve çocuğu olmadığı için Fransa’da kalmış. Kral I. François onu Paris yakınlarında, en sevdiği ve her gittiğinde av seferlerine çıktığı kocaman bir ormanın kenarında bulunan Fontainebleau Şatosu’ndaki diğer değerli sanat eserlerinin arasına özenle yerleştirmiş. Sonraki krallardan Napolyon ise bu tabloyu kendi sarayındaki en mahrem yere, yatak odasına asmayı uygun bulmuş ve tablo yıllarca Napolyon ile Josephine’in görkemli ve altın parıltılı odasında kalmış. Fransız Devrimi’nden sonra Louvre Müzesi kurulurken, Müzeye ilk yerleştirilen ulusal hazinelerden biri de Mona Lisa olmuş.

Arada iki yıllığına ortadan kaybolmasını, 2. Dünya Savaşı sırasında Müze yetkilileri tarafından emniyet nedeniyle diğer paha biçilemez eserlerle birlikte dertop edilip gizlenmesini, biri Amerika’ya biri Japonya’ya iki resmi yurtdışı ziyaretini, Nazım Hikmet tarafından yazılan bir şiirde de olsa aşığının peşinden binbir macera ile Çin’e gitmesini saymazsak; o zamandan beri Louvre Müzesi’nde. Üstelik içeriye girdiğinizde kalabalığı ve fotoğraf makinelerinin şıkırtılarını takip ederseniz doğrudan bulabileceğiniz bir yerde, başında izbandut gibi bir sürü koruması ile, kurşun geçirmez bir camın arkasında, saatte hemen hemen 1500 ziyaretçiyi kabul ediyor ve kendisi için söylenen herşeye, o herşeyi görmüş geçirmiş bakışlarıyla gülümsemeye devam ediyor. Yok sol gözünden kolesterolünün yüksek olduğu belliymiş, çok hastaymış; yok hamileymiş; olmadı lohusaymış; Freud’a göre Leonardo’nun onu evlilik dışı dünyaya getirip bebekken bırakıp kaçan annesiymiş; yok aslında Leonardo’nun kadın halinin portresiymiş; yüzünün bir tarafı güler gibiymiş de diğer tarafı ağlar gibi miymiş; acaba kaşları varmış da yıllar içinde sakar bir restoratör elinde yok mu olmuş, yoksa o dönemler kaş kazıtmak modaymış da ondan mı yokmuş; yüzünde altın dikdörtgen varmış da o yüzden mi böylesine bir kez bakanın unutamayacağı bir yüz olmuş; arka plandaki manzara dünyada olmayan bir yer miymiş yoksa İtalya’daki Arezzo yöresi miymiş, yoksa Arno Vadisi’nin yaratılış sürecindeki görüntüsü müymüş; aslında çok mutlu bir kadınmış, daha yeni bir erkek çocuk dünyaya getirmişmiş, kocası da bu yüzden mi resmini yaptırmak istemiş; yok aslında kalbi o kadar kırıkmış ki, onu ancak bu yarım mahzun gülümsemeyle gizleyebiliyormuş… Bir sürü laf.. Onunsa tüm bu konuşulanlara cevabı yüzyıllardır gizemini kaybetmemiş, başka bir dünyaya aitmiş gibi duran sonsuz gülümseme.

Ortadan kaybolması demişken, tarihin en tuhaf hırsızlıklarından birine de konu olmuş Mona Lisa. 1911 yılında, Louvre’da bir Salı sabahı tablonun yerinde olmadığını farketmişler ve kıyamet kopmuş. Polis eldeki tüm ipuçlarının peşinden gitmiş ama bir sonuç alamamış; insanlarsa müzeye akın edip onun duvardaki “yokluğu”nu izlemeye koşmuşlar! Aradan iki koca yıl geçtikten sonra Floransa’da bir sanat simsarı, elinde Mona Lisa tablosu olduğunu söyleyen birisinin onu aradığını polise çıtlatınca hırsız yakalanmış. Hırsız Vincenzo Peruggia adında gariban bir İtalyan marangozmuş. Tablo çalındığı dönemlerde Louvre Müzesi’nde çalışıyormuş. Bir İtalyan eserin orada olması ona o kadar dokunmuş ki, onu alıp İtalya’ya iade etmek istediği için tabloyu tek başına çaldığını ve yatağının altında sakladığını söylemiş. Mahkemesi sırasında yer yerinden oynamış, kimi bu cahil adamın böyle bir şeyi tek başına yapamayacağını, kimi de onun gerçek bir vatansever kahraman olduğunu söylüyormuş. Sonuçta adam az bir ceza ile kurtulmuş, Mona Lisa da bir süre İtalya’da sergilendikten sonra Fransa’ya, yerine geri dönmüş. Geriye konuyla ilgili gene bir sürü soru işaretleri kalmış, Mona Lisa bu sorulara da aynı sessiz tebessümüyle cevap vermiş.

Tabloyla ilgili bunca şeyden sonra, size beni yapan bebek yapımcısını da anlatabilirim mesela. Ceviz kadar bir kil parçasını becerikli ellerinde şekillendirip önce yüzümü oluşturmuştu, ardından cam gözlerimi yerleştirdi ve ben ilk olarak onu gördüm. Üzerinde önlüğü, gözünde gözlükleri, sol omzunun üzerinden yansıyan ışıkla beraber bana gülümseyerek bakan iki mavi göz. Ardından dikleşip başımı hala elinde tutarak kendinden uzaklaştırıyor ve bir de uzaktan bakıyor. Elini beline dayamış, derin bir nefes alıyor, ışıkta gözlükleri parlıyor, bu yüzden gözlerindeki ifadeyi seçemiyorum ama yüzündeki aydınlık gülümsemeden yaptığı işten memnun olduğunu anlıyorum. İşte ben, böyle oldum. Leonardo’nun tuvalde ona can vermesinden yüzyıllar sonra, üç boyutlu olarak karşısında duruyorum işte; aslı ile yaşayacak, ölümsüz bir eser. O zaman kim ya da ne olduğumu bilmiyorum, ama içinde olduğum eller ve baktığım gözler o kadar sıcak ki, her neredeysem iyi bir yer olduğuna eminim.

Başımdan sonra bedenim, saçlarım, giysim ve tüm sürecin en zor bölümü olan yüzümdeki ifadenin yerleştirilmesi sırasında o, yumuşak ve ahenkli sesiyle hep benimle konuştu. Bana kendi çocukluğunu anlattı ve ben bir kil parçasından yavaş yavaş porselen bir Mona Lisa’ya dönüşürken onunla arkadaşlık ettim.

Beni yaratan kadın, Fawn Zeller, Amerika’da, küçük bir kasabada, bir çiftçi ailesinin beşinci çocuğu olarak doğmuş. Doğduğunda babası çok hastaymış ve onun doğumundan sonra, dört-beş ay geçmeden ölüvermiş. Beş çocukla yapayalnız kalan anne, evin bitmeyen ve giderek artan sorumluluklarını tek başına yürütmeye çalışmış ama çok yoksullarmış. Sonunda annesi çocuklarının iyiliği için, onları bir yetimhaneye vermeye karar vermiş. Zar zor tren parasını denkleştirip kışın ortasında yollara düşmüşler. O sıralarda daha bir yaşında bile değilmiş ve yolculuk sırasında çok hastalanmış. Annesi ve kardeşleri ateşler içinde yanan bebeğin başında çaresizce bekleşirlerken, trendeki görevli onlara çok acımış ve onları evine davet etmiş, böylece bebeği bir doktora gösterme şansı da olabilecekmiş. Annesi başlangıçta tanımadığı birilerinin evine böyle beş çocukla gitmekten, onlara rahatsızlık vereceğini düşünerek çekinmiş, ama sonra alev alev yanan bebeğin yüzüne bakınca başka bir çaresi olmadığını anlamış. Hep beraber kondüktörün evine gitmişler, bebek için bir doktor çağırmışlar. Doktor gerçekten de durumun çok ciddi olduğunu, bebeğin menenjite benzeyen bir hastalık geçirdiğini söylemiş; bu durumda bebek iyileşene kadar tüm aile kondüktörün evinde kalmış.

Kondüktörün evi geniş ve rahatmış, çocukları yokmuş ve kondüktörün eşi de çok nazik, şefkatli bir kadınmış. Bebek iyileşene kadar hepsine çok iyi davranmışlar, gerektiğinde bebeğin başında bile beklemişler.

Bebek iyileştikten sonra, anne yeniden yola çıkmaya karar verdiğini açıklarken, kondüktörle karısı birbirlerine bakmışlar ve anneye bu süre boyunca bebeğe çok bağlandıklarını ve onu evlat edinmek istediklerini söylemişler. Bunun üzerine tüm aile beraber ağlamış, sonra da anne bebeği onlara bırakmış. Kondüktörle karısı bebeği kendi çocukları gibi büyütmüşler.

O, dört yaşına gelene kadar annesi ve kardeşleri yılbaşlarını kutlamak için, uzak akrabalar gibi kondüktörlerin evine gelmişler, ama sonra herkes ülkenin dört bir yanına dağılınca uzun süre kimse kimseden haber alamamış ve bu uzak akrabaları unutmuş gitmiş.

Kız, ailenin gözbebeği olduğu mutlu bir çocukluk geçirmiş. Arada hissettiği yalnızlık duygusunun ilacı da bebekleriymiş, çok severmiş bebeklerini, benimle konuştuğu gibi onlarla da konuşurmuş. Büyük gölgeli dev ağaçların süslediği, geniş bir caddede bulunan evlerinin merdivenlerinde bebekleriyle evcilik oynarken, çöpten bulduğu malzemelerle bile oynayacak birşeyler uydurabilirmiş. En büyük hayali, o zamanlarda çok nadir ve değerli olan taşbebeklermiş; ama Noel Baba ona her yeni yıl kutlamasında, kalbini dolduran kocaman bir ümitle beklediği taşbebeğini hiç getirmemiş.

Leonardo’nun dediği gibi, “Gerçek, zamanın tek kızıdır” ve hayat böyle şeker şerbet kıvamında akarken, ortaokul yıllarında boşboğaz bir komşu, beklenmedik bir anda ona gerçeği pat diye söyleyivermiş. Genç gönlünde nasıl büyük bir fırtına kopmuştu, kimbilir. Anlattıklarının bu bölümüne geldiği her seferinde, güzel gözlerinden bir damla gözyaşı damlardı benim üzerinde yattığım tezgaha, yıllar sonra anlatırken bile hala aynı acıyı duyduğunu hissederdim titreyen sesinden.

Amcasının ona çocukken hediye ettiği küçük bir bebeği, hayatı boyunca hiç yanından ayırmadan, en büyük uğuru ve en yakın arkadaşı gibi yanında taşıyan bu bebeklere sevdalı kadın; yıllar boyunca kendi el yordamıyla keşfettiği yöntemlerle, ünlü tablolardan tarihi kişiliklere, film yıldızlarından dönemin politikacılarına kadar değişen bir yelpazede, 25 ila 30 santim uzunluğunda bir sürü bebek yapmış. En iyiyi, en güzeli bulmak için hangi malzemeyi kullanmamış ki; bez, sabun, alçı, madeni teller, ahşap, plastik, balmumu, seramik, porselen, küçücük kristaller, kendisinin ve yakınlarının saçları… Yüzleri bazen suluboyayla, bazen yağlıboyayla boyamış; camdan gözleri Almanya’dan getirtmiş; saç tellerini ve kirpikleri incecik iğnelerle tek tek yerine koymuş; o ufacık giysilerin hepsini gerçeğindekilerle aynı kumaşlardan dikmiş; giysilerin detaylarına bir bezelye tanesinin yarısı büyüklüğündeki taşları yerleştirmiş, işlemeleri ise örümcek ağının iplikleri kadar ince ipliklerle ilmek ilmek hazırlamış.

Ben, bunca özen ve emekle hazırlanmış olan giysilerimi çok beğeniyorum. Mavi ipekten giysim ve başımdaki şeffaf tül o kadar ince ki, üzerimden zarifçe dökülüyor. Bu giysimin altında hardal renkli uzun eteklerim var, onun altındaki dantelli jüponu siz görmüyorsunuz ama o da çok şık. Deri sandaletlerimin içinde ayaklarım çok rahat. Mavi kadife şalım, soğuk günlerde üşümemi önlüyor. En sevdiğim de, başka bir takıya ihtiyaç duyurmayacak kadar gösterişli olan yakamdaki altın işlemeler. Onlara nasıl emek verdiğini hatırladıkça içim şükranla doluyor. Bir cımbızla tuttuğu iğnenin yardımıyla, saç teli kadar ince bir iplikle, onları büyüteç altında işlerken geçirdiğimiz günler ve geceler boyunca bana anlattıklarını bu yüzden hiç unutmadım. Fawn Zeller’i tanımanızı çok isterdim.

Size, geçenlerde gelen ve hiç unutmayacağım bir ziyaretçimi de anlatmalıyım. Müzenin kapanış saatine çok az kala gelen yabancı bir gruptaki biri beni görünce kalakaldı. Ama farkedilmeyecek gibi değil, kadın beni görünce resmen yerinde mıhlanmış gibi, yüzü allak bullak olmuş bir halde durdu yolun ortasında. Gruptaki diğer insanlar, hiç farketmeden gürültüyle gülüşerek etrafa dağıldılar. Gruptan birisi diğerini yüksek sesle bir oyuncağı göstermek için çağırdığında İtalyanca konuştuklarını farkedip heyecanlandım. Benim bahsettiğim kadınsa hareketsiz bir şekilde bana bakmaya devam ediyordu, diğerleri katı terkederken “Celestina,” diye seslendiklerinde bile yerinden kımıldamadı.

Herkes gittiğinde katta yalnız kaldık, diğer oyuncaklar da bu garip durumu farketmiş yan gözle bizi izliyorlardı. Heyecandan bir yerimi oynatmamak için çaba göstererek nefesimi tuttum, bu her zaman işe yarar.

Kadın usulca vitrinime yaklaştı, “Mona Lisa, buradasın,” diye fısıldadı. Bekledim. “Ben dört yaşındayken ölen, bir marangoz olduğunu bildiğim, evde posbıyıklı ve ters bakışlı tek bir fotoğrafı olan babamın, bir zamanlar Mona Lisa’yı çalmış ve iki koca yıl gizlemiş olduğunu, ben yirmi yaşındayken öğrendim” derken gözlerindeki yaşları farkettim, sonra yavaş çekimdeymiş gibi usulca sağ elini kaldırarak vitrinime koydu. O anda onun Vincenzo Peruggia’nın kızı olduğunu anladım, hani şu tarihin en büyük sanat hırsızlarından biri olan ama bunu niye ve nasıl yaptığı hala tam olarak anlaşılamayan adamın. Celestina için, hiç tanıyamadığı babası tarafından sevilmeyi bilmediği için, babasız geçen zehir olmuş çocukluğu için, ruhunda açılan gedikler sonrası kendini nasıl bütünlemeye çalıştığını anlayabildiğim için, ondan yıllarca bu gerçeği kimbilir ne sancılar çekerek saklayanlar için, bu olayı öğrendikten sonra hep aklının bir köşesinde taşıdığı ve belki bir türlü anlayıp affedemediği babasından hep utandığı için o kadar içim titredi ki, ağlayabilsem ağlayacaktım ben de.

Havada tarifi zor, neredeyse elinizle tutabileceğiniz bir hüzün vardı. Yaşadığımıza şahit olan kattaki tüm oyuncakların omuzlarının düştüğünü farkettim. İçlerinden kendi babasını hatırlayan biri, belki de Pinokyo, derin derin hıçkırdı. Yanımdaki vitrinde duran Şarlo’nun, ne yapacağını bilemediği her zaman yaptığı gibi, bastonunu bir kez çevirdiğini gördüm göz ucuyla. Bunu da görünce, artık yüreğimin en derin yerinde hissettiğim acıya dayanamadım ve bir oyuncağın insanların önünde hiç yapmaması gereken birşey yaptım. Kendimi bir anda öne atıp, dizlerimin üzerine çökerek kendi küçük elimi Celestina’nın vitrinime dayadığı elinin üzerine koydum. Bunu gören Celestina hiç şaşırmadan gülümsedi, belki de bunu hayalinde yaşadığını düşünüyordu. Ben onun bir an parlayıp sonra sönerek yanaklarına akan gözyaşlarına, bir yandan da vitrin camındaki kendi yansımama bakarak, bir süre böyle kaldık. Alt kattan birisi yeniden “Celestina!” diye seslendiğinde birden irkilip toparlandık. Ben eteklerimi düzeltip tabureme oturarak her zamanki klasik pozumu aldım, Celestina da elinin tersiyle gözlerini sildi. Gülümseyerek “Hoşçakal Mona Lisa, teşekkür ederim,” diye usulca fısıldadı, elini hafifçe kaldırıp salladı. Ben de başımı eğmeden göz kırptım ona, sonra gitti. Aklımdan hiç çıkmayacak bir karşılaşmaydı bu. Sanırım onun için de hiç yapamadığı bir hesaplaşma, belki ona geri kalan hayatında yetebilecek bir teselliydi.

Demiştim ya, bütün gün bir vitrinin içinde, el el üstünde, yüzünde yarım bir gülümseme ile tek başına oturmak hiç kolay bir şey değil. Bu yüzden ben de kendi kendime hikayeler teğelliyorum işte böyle.

SON

5.564 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • Ben Daha Çince ÖğrenecektimBen Daha Çince Öğrenecektim “Ben daha Çince öğrenecektim,” diye düşündü yaşlı kadın, burnundaki kaymış gözlüğü iterek. Koltuğunda hafifçe doğruldu ve yanındaki sehpa üstüne duran kalın defteri eline aldı. Sayfaları […]
  • KıymıkKıymık "Kıymık az öte git hele" adlı mahsun eser. Bilenler bilir, kıymık milleti ile aram yoktur. Aram yok dediysem, bensiz yapamaz bu odun ahalisi. Şimdi sol topukta bir nar tanesi, sol […]
  • Müdürüm…Müdürüm… Tek kullanımlık ayakkabı fırçası duydun mu? Ben de duymadım ama, adamın bıyıkları o haldeydi. Bak yemin ediyorum. Bir fırçala, tüm kıllar ayakkabıda. Anla işte. Sigara dumanıyla […]
  • KavanozKavanoz Tuz kavanozunun dibinde az biraz tuz kalmış. Az ama... almak için elimi daldırdım, el kaldı kavanozda. İyi mi…? Çek çek... çıkmıyor. Bilgi dedi "elini sakatlayacaksın, şimdi uğraşma […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Ekim 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  

Arşivler