felsefe taşı

KİTAPLARIM II: AŞKIN AĞIRLIK ÖLÇÜLERİ

KİTAPLARIM II: AŞKIN AĞIRLIK ÖLÇÜLERİ
Ekim 10
15:08 2016

Kitapları aşkla sevdim. Her aşk gibi bunun da oldukça meşakkatli olacağını tahmin edemedim.

Düşünün ki, sadece on yaşındasınız, ama ‘çok’ büyümüşsünüz. Yazarını falan bildiğinizden değil, sadece rafta ismini beğendiğiniz için Emile Zola’nın ‘Sen Bir Melektin’ini okumayı istiyor ve bunu anne-babanıza danışıyorsunuz.

“Anne, bir kitap var, Sen Bir Melektin. Onu okuyabilir miyim?”

“O senin için çok ağır. Önce Jack London’lardan oku istersen.”

“…………”

“Baba peki bu kitabı ben ne zaman okuyabilirim?”

“Belki lisede. Bu şimdilik sana çok ağır.”

“…………”

Ağır kitap şu demekti: Sen o kitabı okumak için yeteri kadar bilgili değilsin. Daha çok küçüksün. Ancak düşünün ki önünüzde yüzlerce kitap var. Neredeyse hiç birini okumanız mümkün değil: Çok “ağır”lar. Azmedip, okumaya kalkışıyorsunuz, sıkılıp bırakıyorsunuz.

Bir de tam “Az da olsa, ağır kitap sayısını azalttım” dediğiniz anda ev kütüphanesinden, binlerce kitaplık üniversite kütüphanesine terfi ettiğinizi düşünün…

Travmatik çocukluk-ergenlik anıları mı demiştiniz?

* * *

Ben tabii ki, on yaşımda anne-babamı dinlemeyip ‘Sen Bir Melektin’i okudum. Onlar altmış kuşağı olarak ben dahil bugünün ebeveynlerinden daha ilerici ve özgürlükçüydüler. Bir şey söylemediler. Sonraları Tarkan gibi oldukça müstehcen çizgi romanları da okumama bir şey söylemedikleri gibi. Bu sayede Paris’in kenar mahallelerini ve bedenlerini satıp yaşamlarını kazanan kadınların varlığını öğrendim. Olayları takip ederken zorlanmış, ancak yeni meslekler öğrenmiş ve on dokuzuncu yüz yıl Paris’ini hatmetmiştim. Aklımda da kalan tek şey bunlar olduğuna göre muhtemelen Zola’nın amaçladığı şeyi anlamamıştım.

Kitaplar filmler gibi değildir. “O kitabı okumuştum ama hatırlamıyorum şimdi,” dersiniz. Bu oldukça meşru bir cümledir, kimse ayıplamaz. Çok beğenmiş olsanız da, kitaplara kolay kolay geri dönemezsiniz. Çünkü okunacak her zaman yeni bir kitap vardır. Ben de o sıralarda Zola’nın evdeki bütün kitaplarını okudum ve ne yazık ki bir daha geri dönemedim. O kitaplarda tam ne anlatmıştı Zola, hala merak ederim.

“Dostoyevski mi? Çok severim. Neredeyse hepsini okudum.”

“Karamazov Kardeşler’i de okudun mu?”

“Aaa, tabii ki okudum. Ne güzeldi! Bana bizim aileyi çok hatırlatmıştı.”

“En çok hangi karakterini sevmiştin?”

“…………”

* * *

Kitapların “ağırlık” konusu sonra hiç beklenmedik bir başka şekliyle de çıktı karşıma.

Kitaplarla ilgili ilk yazımda, Ankara’da ilkokulda okurken, vitrinde görüp satın aldığım ilk kitaptan söz etmiştim. Onun kadar önemli, bir işte çalışıp, parasını kazanarak aldığım diğer bir ‘ilk kitap’ daha var.

İlkokuldayken Ankara’yı kendimce öğrenmiştim. Bu yüzden üniversite öğrencisi olarak döndüğüm ilk hafta, elimle koymuş gibi buldum, kitapçıları ve sinemaları ile şehrin o sıralar merkezi olan Kızılay’ı.

Hachette Kitabevini üniversite öğrencisi olarak Kızılay’a gittiğim o ilk gün keşfettim. Adana’da İncirlik askerlerinin attığı kitapların satıldığı pazar yeri Boşboşculardan sonra, ilk kez bu kadar İngilizce kitabı bir arada görüyordum.

Boşboşculardan daha önce söz etmiştim. Orada İncirlik’in konserve, ayıp ve ayıp olmayan dergi, aspirin, şampuan ve diğer döküntülerine ek olarak, boydan kısa ve şişko Amerikan romanları da satılırdı. Beyaz Dizi tarzı hafif meşrep kitapları toplayıp, okurdum. Ne yapalım İncirlik Üssü’nün eşleri sadece onları okurdu.

İşte o gün Hachette Kitabevinin tavanlara kadar uzanan, İngilizce kitaplarla dolu raflarının arasında hayran hayran dolaşırken, kocaman bir tarih/mitoloji kitabına aşık oldum: Mythology. O anı unutmam ne mümkün! Bir bakışta aşktı nefesimin kesildiği. Ama ona sahip olmam neredeyse imkansızdı; aylık harçlığımın neredeyse yarısı kadardı. Peki ne, yapacaktım?

* * *

O sıralar Bilkent’in kütüphanesi yeni kuruluyordu. Her gün bir kaç bin kitabın geldiğini görüyorduk. Şu anda da ülkenin en zengin kütüphanelerinden biridir. O kampüste geçirdiğim altı yıl boyunca, oraya uğramadığım gün neredeyse olmadı.

İşte o kütüphane, her gün bir sürü yeni kitap geldiği için, kendi elemanlarıyla işlerini yetiştiremiyordu. Üniversite, öğrenciler arasından çalışacak yarı-zamanlı eleman aramaya başladı. İlk kimin başvurduğunu söylememe gerek yok!

Bir ay boyunca haftada üç gün, gece saat 8-10 arasında çalıştığım takdirde, o kitabın parasını kazanabilecektim. Kaldığım yurt da beş dakikalık yürüme mesafesiydi, gece dönmem çok sorun değildi.

Kütüphanede ilkin beni oldukça şaşırtan kuralın varlığı her şeyi açıklıyordu: Öğrencilerin alıp, baktıkları kitapları yerlerine koymaları yasaktı. Biz “öğrenci işçilerin” de ortadaki kitapları yerleştirmesi yasaktı. Koyduğumuz yerler yanlış olabilir, sonradan arayanlar bulamayabilirlerdi. Kütüphanenin sıralama düzeninin bozulmaması için, yerleştirme işini, bilenlerin yapması gerekiyordu. Bizim görevimiz ‘gerçek kütüphaneciler’ yerleştirebilsin diye el arabalarına ya da masalara taşımaktı kitapları – bir çeşit hamallık.

Farkında değildim ama işte o sıralar meğerse ağır kitap kavramımın anlam da değiştirdiği milatmış.

Havalı bir mühendislik öğrencisi için bu ağır işçilik tarzı iş, ilk başta biraz moral bozucuydu. Ancak her defasında yeni kitaplar da görebildiğim için çok sevmiştim işimi. Hem o benim aynı zamanda ilk işimdi. Öğrenci sayısı o sıralar çok fazla olmadığından işimiz çok olmuyordu, istediğim kadar kitaplara bakabiliyordum. Her gün yeni yeni kitap isimleri ve çalışma alanlarını, diğer bir deyişle asla bütün o bilgiye hiç bir zaman yetişemeyeceğimi öğreniyordum.

Annemle babam hamallık yaptığımdan bihaber, harçlığımın yetip yetmediğinden kuşku duyuyor, endişeleniyorlardı. Üniversitedeki daha ilk ayımdı. O zamanlar yarı-zamanlı işlerde çalışmak genelde Amerikan filmlerinde izlenen bir durumdu. Bugünkü kadar meşrulaşmamıştı. Oysa ben, İngilizce tedrisatlı okul, İncirlik, küreselleşme, rock vesaire derken, Adana’da Amerikalı gibi yetişmiş bir çocuktum. Amerikalıların öğrenciyken garsonluk ya da bebek bakıcılığı yaptıklarını biliyordum. Benim onlardan ne farkım vardı?

Yalnız üçüncü haftasında kütüphanecilik kariyerimin ve üniversite hayatımın, bazı arkadaşlarımın beni öğrenci değil kütüphane çalışanı sandıklarını keşfedince durum değişti. Şu an tam tersini düşünsem de, bu o zaman için bilgisayar mühendisliği öğrencisi olmak kadar havalı değildi. Daha da vahimi, dersler son sürat başlamıştı.

Bir ayı doldurduktan sonra ilk maaşımı aldım. Sonra da gidip kitabımı satın aldım ve ona sarılarak yürüdüm. Oldukça ağır bir kitaptı ama ben tahmin edeceğiniz gibi bir ay boyunca gerekli kasları oldukça geliştirmiştim.

O kitap her zaman en kıdemli kitabım olarak hep baş köşede durdu. Sonraları “Keşke her umutsuz aşka sadece kas gücü ile kavuşulsa” diye de düşünmedim, değil.

* * *

Miladı malum, ağır işçilik hep devam etti. Ağır kitap kavramının sadece kilogramla ölçüldüğü zamanlara “terfi etmiştim.”

Kitapçılardan, sahaflardan, dünyanın dört bir yanından taşıdım kitapları. Rafları doldurdum, boşalttım, oradan oraya taşıdım.

Evler değiştirdim, sonra kendi evime sahip olunca rahatladım. Fakat bu sefer şehirleşmenin ikinci basamağı, kentsel dönüşümle tekrar taşınmak zorunda kaldım. Depoya koyulan eşyalarım arasında bir tek kitaplarımı merak ettim, çok özledim.

* * *

Alberto Manguel müthiş iki kitap yazmıştır kitaplarla ilgili: “Okumanın Tarihi” ve “Geceleyin Kütüphane”. Hayatımda en çok sevdiğim kitaplardan biridir ilki. Okumanın tarihinden söz ederken kütüphaneleri ve kitap tiryakiliğini de anlatır. Orada benim gibilerle alay eden 1600 yüzyıllık bir şiir de yer alır:

Ey Esin perilerinin Âşığı, kitaplar alıp, raflar doldurmuşsun

Sen artık âlimsin demek mi oluyor bu?

Bugün bir lir, saz ve mızrap alırsam

Yarın müziğin dünyası senin mi oluyor?

O sıralar buna ne yanıt verildi bilmiyorum da, kitaplara sahip olunca tabii ki âlim olmuyoruz. Aynı filmleri izleyip, kaydettiğimiz ya da DVD’lerini satın aldığımızda yönetmen olmadığımız gibi. Onları raflara koyunca, aslında yaptığımız kişisel tarihlerimizin fotoğraflarını çekmek.

Huizinga’ya göre “zamanın tutkulu ve vahşi aklı” illa ki düşünceleri bir çerçeveye koyma ihtiyacı duyar. Biz de fotoğraflarımızı o çerçevelere koyar, ağır ağır bireysel kültürel tarihlerimizi yazarız.

* * *

Neticede dokuz yaşına kadar aldığı en kötü haberin iki bin yıl kadar önce İskenderiye ve Bergama kütüphanelerinin yanması olan bir çocuktum ben. Ayrıca bunun kederini de hala üzerimden atabilmiş değilim. Artık kendi kendime itiraf etmem şart:

Kitaplarla ilişkim bir aşk ilişkisi gibi oldu. Ağır olunamayan ama ağır, ölçüsüz ve bir bakışta.

Her aşk gibi bir parçaları ‘hep’ içimde kalan.

3.636 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • Mantarlar ve Kuzuların KültürüMantarlar ve Kuzuların Kültürü Spor sonrası eve gelirken gözünün önünde lezzetli yemekler geziniyordu. O kadar acıkmıştı ki yemeğinin yapılmasını bile bekleyebilecek gibi değildi. Önce tüm malzemeleri mutfak […]
  • Doğa…mız!Doğa…mız! “Doğada sessiz, sakin, huzurlu bir denge var” der onlar. O huzurlu dengeyi, gırtlağını sırtlanın güçlü çenesine kaptırmış antilop anlatsa ya… Üzerine basılmış karınca ya da. Dünyaya […]
  • Hey sen, sana güveniyorum!Hey sen, sana güveniyorum! Hey sen, sana güveniyorum Evet yanlış duymadın, sana güveniyorum... Burada olmandan, bana yaklaşmandan, bana olan duygu ve hislerinden yana sana güveniyorum. Biliyorum benim için ne […]
  • Dolma KalemDolma Kalem Dolma kalem manyaklığı diye bir şey olduğunu yeni öğrendim. Öğrenmek ne ki, hasta oldum hastaaa... Ciğerlerimi sirkeli sularla yıkadılar, tuz ruhuyla gargara alemine […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Ekim 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  

Arşivler