felsefe taşı

“An”ı Yaşayabilme Sanatı

“An”ı Yaşayabilme Sanatı
Ocak 07
18:08 2015

Carpe diem…

Çoğumuz bir şekilde duymuş olabiliriz “carpe diem”i…

Ama “anlat” deseniz her kafadan ayrı bir ses çıkar…

“Ölü Ozanlar Derneği” isimli film tanıttı bu yaşam felsefesini…

Oysa çok eski dönemlere ait bir düşünce disiplini carpe diem…

İlk defa, Latin Edebiyatı’nın önde gelen şairlerinden Horiatus bir kasidesinde dillendirmiş bu yaklaşımı…

Şöyle demiş şair…

“Carpe diem quam minimum credula postero”

Dilimize çevirirsek…

“Bir sonrakinin gelip gelmeyeceğine güvenme, günü yakala!…”

En yalın haliyle “Seize the day” (Günü yakala) diyor carpe diem…

“Anı yaşa!” öğüdünü veriyor insanlığa…

***

Özellikle 16. ve 17. Yüzyıl İngiliz Edebiyatı’nda önemli yer tutmuş bu felsefe…

İngiliz şair Robert Herrick(1591-1674) carpe diem düşüncesinin bayraktarlığını üstlenmiş…

Carpe diem, farklı şekillerde de ifade edilmiş tarihsel süreç içinde…

Örneğin eskiden, Roma’daki meydan saatlerinin üzerinde Latince bir ifade yer alırmış…

“Ultima forsan”…

Yani, belki son kez saate bakıyorsun…

Son dakikan belki de bu…

Yine eski Roma saatlerinin üzerinde Latince bir söz daha dikkat çekermiş… ”Vulnerant omnes, ultima necat”

Türkçesi; “Her geçen dakika yaralar, sonuncusu öldürür…”

Yani; “Hayat öyle acımazdır ki, her dakika yıkar, seni sona yaklaştırır, o yüzden her anın tadını çıkartmasını bil!”

***

Birçok yazarın, düşünürün yaklaşımında izleri vardır “carpe diem”ci bakış açısının…

“Hayat insana verilmemiştir, kiralanmıştır.” derken yaşamın kısalığına gönderme yapar Latin ozan Publilius Syrus…

Rus yazar Boris Posternak “İnsan yaşamak için doğmuştur, yaşamaya hazırlanmak için değil” diyerek hayatın aşırı ciddiye alınmasını sorgular…

Hayatın kısalığını anımsatır Montaigne “Dünyaya geldikten sonra bir yandan yaşamaya bir yandan da ölmeye başlarız.“ derken…

Seneca “Hayat oyununda seyirci koltuklarında oturmaya heves etme, sahneye çıkmaya çalış; hayat bir tiyatro oyununa benzer, uzunluğu değil iyi oynanıp oynanmadığı önemlidir. “ diyerek aslında “carpe diem”i tarif eder bir şekilde…

***

“Anı yaşamak”…

Radikal düşünüldüğünde, düz mantık penceresinden bakıldığında farklı çağrışımlar da yapabiliyor aslında…

“’Gününü gün et, yarını düşünme!’ demeye mi getiriyor carpe diem?” diyenler çıkabilir…

Hatta “carpe diem”i sorumsuzlukla eşdeğer tutanlar da olabilir…

Ama öyle değil işte…

Anlık yaşamak ve anı yaşamak aynı şeyler değil…

Anı yaşayabilmek, yarını hiçe saymak değil…

Epikürist ya da hedonist bir yaklaşımla hayatı sadece hazlardan ibaret saymak da değil…

Sürekli “vur patlasın, çal oynasın” tarzı bohem bir yaşam tarzı hiç değil…

Hiç de komplike değil aslında “carpe diem”in yorumu…

Bu, bir anlamda “zamanı durdurabilme” o “an”ı yaşayabilme becerisi…

Ne “dün”de kalmak, ne de sadece yarına odaklanmak…

Zamanın sadece o anını hissedebilmek carpe diem…

“Sonra”yı zihinden bir süreliğine silmek…

Yaşanmakta olan bir anı bir ömre çevirmek adeta…

Ve her saniyesinin tadını almaya çalışmak…

Tıpkı, meditasyon yapmaya benziyor “carpe diem”

Nasıl ki yüzey dev dalgalarla dolu olsa da denizin dibi her zaman dingin ve sakindir…

Meditasyon yaparken o derinlere iner, dinlenir sonra devam edersiniz hayata…

“Carpe diem” de mecburi “an”lar arasından “seçilmiş an”ları çekip alabilmek, yaşayabilmektir bir anlamda…

Meditasyonda beynin ve ruhun bir süreliğine boşaltılması esastır…

“Carpe diem”deyse “anın”

Kolay mı?

Pek değil…

Kolay olmadığı için birçoğumuz beceremiyoruz ya!

***

Anı yaşayabilme konusunda aciz kalsak da…

Anı harcama söz konusu olduğunda ustayızdır…

Anın “canına okumayı” iyi biliriz…

Bahanelerimiz hazırdır…

Gelecek kaygısı…

“Yarın”a dair korkularımız…

Geçim derdi…

Vs…Vs..Vs…

Hepsi bahanedir aslında, biliriz…

Mantık size “sonrasını da hesaba kat” der…

Duygularınız ise kabul etmez boyunduruk…

Duyguların ayaklarındaki prangayı çözebilmektir aslında carpe diem…

Carpe diem gözü karartabilmektir bir ölçüde…

Risk alabilmektir…

Ve, bir sanattır aslında anı yaşayabilmek…

***

Carpe diem ölçülü bir “bencilliği” de öngörür aslında…

“Bencil” bilinçaltımızda “tukaka”lığı tescilli bir kelimedir..

Bencilliği hemen ilk çağrıştırdığı kavramlarla yargılarız usumuzda..

Ama bu, farklı bir bencillik…

Egoistlik değil…

“Hep bana” diyen bir tavır hiç değil…

Etimolojik olarak “ben” kelimesinden türer “bencil”…

İşte o “ben” önemlidir carpe diem yaklaşımında…

Bireyin biraz da “ben” diyebilmesi…

“Ben” demeyi bilmeyen “biz” diyemez…

Eğer kendine bir şey veremiyorsan, kimseye bir şey sunamazsın…

Biz kendi mutsuzluğumuzu, başkalarını mutlu etme çabamızla kamufle etmeyi tercih ederiz…

“Senin için saçımı süpürge ettim” ya da “Yemedim yedirdim, içmedim içirdim” ifadelerine kutsallık atfederiz…

Ama özünde pişmanlıklar da vardır bu yaklaşımların…

Yaşayamamışlığa pişmanlık…

İçte ukde kalanlara pişmanlık…

Bazı şeyler için artık geç kalmış olmanın pişmanlığı…

An(lar)ı ıskalamanın pişmanlığı…

Bu pişmanlıkları en aza indirgeme çabasıdır aslında carpe diem…

Başkalarının yazdığı bir senaryoda “figüranlık” yapmaktansa..

Kişinin bizzat kaleme aldığı oyunun “başrolünü” üstlenme çabasıdır carpe diem…

***

Kendi mutsuzsa, kişi bir başkasını mutlu edebilir mi?

Mümkün mü?

Mutsuz birisi, eşini de mutsuz eder…

Mutsuz anne-baba, mutsuz çocuklar yetiştirir…

Mutsuz yönetici mutsuz bir çalışma ortamının mimarı olur…

Yani mutluluk dediğimiz kavramın özünde önce bireyin kendisini mutlu edebilmesi, kendini mutlu hissetmesi vardır…

Ki, bu da biraz “ben” diyebilmekle mümkün…

Kişi, biraz kendisini de düşünmeli ki; sevdiklerini düşünmeye gücün olsun…

Kişi, önce kendisi ayakta durabilmeli ki; düşeni kaldırabilesin yerden…

Kandırmayalım hiç kendimizi…

Eğer “biz” mutlu değilsek; kimseyi mutlu edemeyiz…

Carpe diem, o “ben”in keşfinde bir yol haritasıdır aslında…

***

Bazen kalın, bazen ince bir kitaba benzer hayat…

Kapağını başkası açar, başkası kapar…

Biz, dalıveririz sadece içine…

Davetsiz…

Okumak isteyip istemediğimiz bize sorulmaz bile…

Cümlelerin, paragrafların, sayfaların arasında akar gideriz…

Parantezlerimizdir bize ait olan tek bölüm bu kitapta…

Parantezlerimiz yoksa, biz de ol(a)mayız…

Satırları ittirip, paragraflara başkaldırıp hatta parantezler açmalıyız kendimize…

Bizim olmalı sadece o parantezler…

İstediğimizi koymalıyız içine…

Ya da sadece kendimiz için bomboş bırakmalıyız…

Ama mutlaka parantezlerimiz olmalı hayat kitabında…

Nefes aldığımızı, soluklandığımızı, yaşadığımızı bize anımsatan parantezler…

Kitabın önsözü çoktan yazılmıştır…

Finali malum…

Bir tek parantezlerdir sadece bizim olan…

Ve parantezlerimiz kadar yaşarız aslında…

O parantezler de bir “an”dır sadece…

“Anı yaşamak” kişinin kendi parantezini açabilme özgürlüğüdür bir anlamda…

***

Acıdır, mezarlığa yolumuz düştüğünde yaparız ancak “carpe diem”in sağlamasını…

Ancak o zaman anımsarız “an”ın değerini…

Ve kaçırılan anlara duyulan pişmanlığın yüreğimizde yarattığı yükün ağırlığını o zaman hissederiz…

“Hayat kısa” deriz…

“Değer mi üzülmeye?” deriz…

Mezarlıklar ölüler için değil diriler içindir aslında…

Asıl tokat orada iner insanın suratına…

Öyle bir tokattır ki bu uçar gider insanın yüzünden at gözlükleri…

Zengini de fakiri de aynı toprakta…

Ağlaşanlar, kaybettiklerinin ardından…

Artık asla “seni seviyorum, sana ihtiyacım var” diyemeyeceklerinin başında boş gözlerle geçmişi anımsayanlar…

“Anı yaşamanın” ne denli büyük bir servet olduğunu o zaman anlar işte insan…

Ama yine de…

Çıkarken geri alır resepsiyonda bıraktığı at gözlüklerini…

***

“An”lar gelir ve geçer…

“An”ı yaşayabilmektir önemli olan…

“An”ı sahiplenmek değil…

“An”a teslim olmaktır mutluluk…

“An”ın efendisi olmak değil…

“An”la kaynaşıp, birlikte akabilmektir yaşamın kendisi…

“Giriş, gelişme sonuç” peşinde koşmayı bırakıp…

Önce okuduğumuz satırı anlamaya çalışmaktır “an”ı yaşamak…

***

Kimi zaman kişisel yetersizliklerimizdir engel önümüzde…

Kimi zaman da sevdiklerimize karşı sorumluluklarımız…

Sevgi ta kendisidir bazen emperyalizmin…

Kuşatır adeta bizi…

O üzülmesin, bu kırılmasın, şu gücenmesin…

Sürekli bir şeyler isterler bizden…

Kıramayız…

Kıyamayız…

Hayatımız, “bizim” olmaktan çıkar zamanla…

Biz verdikçe, daha çok isterler…

Hiçe sayarız kendimizi, hayallerimizi…

“Yaşamak zorunda olduklarımız”dan fırsat kalmaz “yaşamak istediklerimiz”e…

“Bir gün” deriz…

Sonraya öteleriz kendimizi, hayallerimizi…

“Yarın” deriz…

Peki, ya yarın gelmezse?

http://www.uguroral.com.tr/

15.117 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • Carpe Diem – Anı YaşaCarpe Diem – Anı Yaşa Sıcak Çok sıcak bir yaz günüydü,telaş içinde evden çıktı,hızlı adımlarla sokağın sonuna doğru ilerleyerek bir taksi çağırdı.Gelen taksi her zaman ki duraktan değildi ama […]
  • Karga Karga gak dedi!Karga Karga gak dedi! Karga Karga gak dedi… Nedir bu Karga’nın biz insanlardan çektiği? Genel olarak gün içinde rastladığımız ama bir türlü kanımızın ısınmadığı, çocukluğumuzdan beri belli bir ön yargıyla […]
  • Ademoğlu İnsanın önlenemez düşüşü!Ademoğlu İnsanın önlenemez düşüşü! '' Timeo homini uni librium'' “Tek kitabı olan adamdan korkarım.” (Latin deyişi) Ademoğlu "İnsancık" düşmüştür. "İnsan gibi İnsan" olduğunun hatırasını bile unutmuştur. Bu […]
  • Başlangıçta Söz/Ses Vardı…Başlangıçta Söz/Ses Vardı… Kutsal kitaplara göre "ilk başta kelâm vardı"... Bir görüşe göre de "ses vardı"... Rus yönetmen, yazar Andrey Tarkovski (1932-1986) ölümünden hemen önce, Pariste hasta yatağındayken […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Ekim 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  

Arşivler