felsefe taşı

Ana Tanrıçanın doğuşu – Paleolitik çağ

Ana Tanrıçanın doğuşu – Paleolitik çağ
Mayıs 29
12:20 2020

İlk Venüs’lerden Anadolu Frig Kybele’sine…

Paleolitik Cağ (Eski Taş Cağı, M.Ö. 100.000 – 7.000), avcılık ve toplayıcılıkla uğraşan, mağaralarda, kaya sığınaklarında yaşayan insanların bıraktıkları maddi kültür kalıntılarından (çakmaktaşının yontulmasıyla biçimlendirilmiş baltalar, kesiciler, deliciler ve kazıyıcılar gibi aletler) adını almıştır. Diğer yandan, insanların yaşam biçiminin henüz besin üretimi aşamasına erişemediğine bakılarak, bu kültür evresine “Toplayıcılık ve Avcılık Dönemi” adı da verilmektedir. Bu cağda yaşayan insanlar bu sürede hayvanları avlayıp, meyve, tohum ve bal toplayarak yaşamışlardır. Bu yaşam biçimi, işbölümü, kurnazlık, yardımlaşma ve zekâya dayanmaktadır.

A. Ribard, erkeklerin avcılık ile uğraştıkları zamanlarda kadınların toplanan hayvanların derilerini dikmek, süs eşyaları yapmak ve kırmızı aşı boyasıyla boyanmak suretiyle yaşadıkları klanı kötülüklerden ve tehlikelerden korumaya çalışmaları gibi büyük işler edinmelerinin onları klan önünde saygın bir konuma taşıdığını; kadının doğurganlığının klanın gelişmesini ve geleceğini sağladığını ve bunun neticesinde de klanda çalışanların artması ile klanın güçlendiğini ve kadınların da klan içerisindeki otoritesinin ve saygınlığının arttığını belirtir.

Ancak kadınların bu kadar çok görev yüklenerek, Paleolitik toplum içerisindeki güçlü bir konuma sahip olmaları konusu tartışmaya açıktır. Çünkü o dönemde yaşayan insanların yaşamalarını sağlayacak yiyeceklerin büyük bir bölümünün erkekler tarafından temin edilmesi, erkeğin de buradaki gücünü gösteriyor ve toplumun üzerinde kadının olduğu kadar; erkeğin de söz sahibi olduğunu anlatıyor. Bunun için de, bu cağda ne erkeklerin ne de kadınların mutlak otoritesinin olduğunu söylemek doğru olmamalıdır. Zira o dönemin sosyal yapısını göz önüne aldığımızda kadın ve erkeğin birlikte bir otoritesinin olduğunu; ancak onların ayrı görevler üstlenmelerinden dolayı farklı yönlerden üstünlükleri olmalıdır.

A. Morali-Daninos’a göre ise, kadınlar avcılık ve toplayıcılığın olduğu zamanlarda erkekleri önemsiyorlardı; ancak avcılığın yerini topraktan ürün elde etmek ve hayvancılık alınca erkekler önemini yitirir ve kadınlar erkeklere gösterdikleri saygıyı göstermemeye başlarlar; sosyal konumları artar ve oymak mülkiyetinin ve özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla kadınların sözü geçmeye başlar.

Paleolitik Cağ insanlarının yaşam şartları günümüzdeki kadar kolay değildir. Onların yenilebilecek bitkiler ve avlanacak hayvanlar bulması iklim şartlarına göre değişir. Mevsim kış olduğunda yiyecek bulmak çok zordur. Bu zorlu yaşam biçimi beraberinde onların maneviyata bağlı düşüncelerini de şekillenmiştir ve etkilemiştir. Onlar, yaşamın sonu, doğumu sürdüren güç (yumurta, tohum, kan), öldükten sonra yaşam, yeniden doğum gibi soyut kavramları irdelemeye başlamışlar (Cıbıroğlu); bunun neticesinde de mağara duvarlarına işlenen kadın resimleri, tanrıça heykelcikleri… vs. ortaya çıkmıştır.

Mağara duvarlarına yapılan kadın resimleri ve küçük fildişi kadın heykelcikleri, kadının simgeleştirilmiş doğurganlığını ululamak içindir. Çünkü insanları, eşyayı yakalayıp ele geçiren kendine mal eden gizli güçtür. Büyücülük, avcılığı daha verimli yapmaya, kadınları daha doğurgan etmeye yöneliktir (Ribard).

Böylelikle de onlar, avlanmadan önce mağara duvarlarına hayvan figürleri, kadın vücutları çizmişler. Avın ve toplanan ürünlerin bol olmasını dilemişlerdir.

Başka bir şekilde duruma bakarsak, kadınların mağara duvarlarına çıplak ve cinsel uzuvları belirtilmiş şekilde betimlenmeleri, o cağdaki erkek nüfusun kadınlara düşkünlüğünü de vurguluyor olabilir. Zira bazı bilim adamlarının Venüs heykelciklerini Paleolitik Cağ’ın erotizmi olarak yorumlamaları (Camphell ) da bu fikre dayanır.

Paleolitik Cağ’ın mağara duvarlarına çizilen iri göğüslü, tombul vücutlu kadın resimleri zamanla değişime ve gelişime uğrayarak ilkel görüntülerinden sıyrılarak, bereketlilik ve doğurganlık ile ilgili Ana Tanrıça heykellerine, idollerine donuşmuş olmalıdırlar. Büyük olasılıkla buradaki formlar, Frigler’deki tanrıça Kybele’ye ikonografik açıdan olmasa da; anlayış olarak etkilemiştir. Ayrıca burada anlatacağımız Venüs heykelcikleri, Ana Tanrıça kültünün en erken temsilcileri olmaları açısından önemlidirler ve bunun içinde onlara değinmemiz önceliklidir.

Camphell’e göre: “Düşünce tarihi acısından son dönem Paleolitik Venüs heykelcikleri kadının yaşamın başlangıcı ve devamlılığın vücut bulması ve kendisinin bir formu olmayıp bütün formları kapsayan dünyevi maddenin olumsuzluk simgesi olarak gören olumsuz ritüel ideanın saptanan en eski ifadesidir.”

Yine Camphell, bu heykelcikler ile tropik bitki yetiştiren toplumlar arasında bir bağlantı kurar; daha sonraki dönemlerde tarımla uğraşan toplumlarda da, Toprak Ana ya da Yüce Anne olarak varlık gösteren Ana Tanrıça ile aynı olduklarını söyler.

M. Eliade: “Bu heykelciklerin dinsel işlevini saptamaya olanak yoktur. Bu anlamda kadının kutsallığını, dolayısıyla tanrıçaların büyüsel, dinsel güçlerini temsil ettikleri varsayılabilinir.”

Fransa’nın güneydoğusunda, Sibirya’da, Baykal Gölü’ne ve Kuzey İtalya’dan Ren Nehri’ne kadar oldukça geniş bir alanı kaplayan Son Buzul Çağı’na ait, boyları 5-25 cm. arasında olan fildişi, kemik ve taştan yapılmış “Venüs” olarak adlandırılan kadın heykelcikleri, Ana Tanrıça olgusunun şekillenmesi acısından tarihin en eski eserleri olarak bilinir (Eliade). Kybele’nin bereketlilik ve verimlilik sağlayıcı özelliği, onun kökenini incelerken Venüs olarak adlandırılan doğurganlık ve bereketlilik ile ilgili tanrıçalara değinmemizi gerekli kılar. Bunlardan: Laussel (Dordogne), Willendorf, Lespuque Venüsleri; Sovyetler ve Çekostavakya’daki bereket tanrıçaları en dikkat çekici olan örneklerdir.

Laussel (Dordogne) Venüs’ü, Güney Fransa’daki bir kaya sığınağının duvarına yapılmıştır. Vücudu çıplaktır. Tombul vücutlu, geniş kalçalı, iri, sarkık göğüslüdür. Sol eli ile karnını tutarken; sağ eliyle de bir boğa (bizon?) boynuzunu havaya kaldırmaktadır. Üzeri kırmızı boya ile boyanmıştır.

Bu tanrıçanın, eli ile karnını tutması geleneğinin uzantısının Neolitik Cağ Anadolu’sunda Çatalhöyük ve Hacılar’da kadın heykelciklerinde devam ettiği görülür. Bu özellik, kadının doğurganlık özelliğinin olduğunu gösteriyor.

Laussel Venüs’ünün eliyle bir boğa boynuzunu tutması, boğa boynuzunun erkek tanrının simgesi olabileceğini düşündürüyor. Erkek tanrılar, boğa kültü ile ilişkilidir.
(Üst Paleolitik Cağ mağaralarında ana tema olarak işlenen boynuzlu hayvan kompozisyonlarının
böyle bir şekilde gündeme getirilmeleri; bundan sonra gelen uzun zaman dilimlerinde-Neolitik,
Kalkolitik, hatta Bronz Cağı ve ondan sonraki dönemlerde-tarih sahnesine yerleşecek olan son derece köklü inanışların habercisidir. İnek/boğa kültünün daha bu cağlarda başlamış olduğu anlaşılmıştır (Ateş, 2002: 55.) ).

Muhtemelen bu kadın, elinde tuttuğu boğa boynuzuyla cinsel birleşmeye dayalı dinsel bir töreni gerçekleştiriyordu. Bu uygulama sonrasında tanrı ve tanrıça birbirine kavuşmuş olmalıdır. Böyle bir varsayım kabul edilebilinirse, Paleolitik Cağ’da tanrıça ve boğa ya da ona ait bir parça ile temsil edilen tanrı arasındaki cinsel birleşme, Kybele ve Attis törenlerinde, tanrı ve tanrıçanın cinsel birleşmesi anlayışının uygulanma amacı ile aynı olmalıdır. Nitekim tanrının boğa hayvanı ile ilişkilendirilmesi, onun bu hayvan gibi cinsel güç ve istekliliğinin fazla olmasından olmalıdır. Bu isteklilikte, tanrıça ile birleşme sonunda son buluyor.

Ayrıca, Anadolu’daki ikiz tanrıça örnekleriyle benzerlik taşıyan bir eserin Laussel’de bir kaya kabartmasında da bulunması, farklı bölgelerde bulunan eserlerin ortak bir temaya sahip olması açısından dikkat çekicidir. Buradaki durum, bir yumurtanın bölünmesinin simetrik kadın kompozisyonlarıyla anlatılmış olduğunu gösteriyor.

Willendorf Venusu, Aşağı Avusturya’da, bir lös birikintisinin içinde bulunmuştur. Yumuşak yumurtamsı kireçtaşından yapılmıştır. 11 cm. boyunda, kollarını göğsünün üzerinde birleştirmiş çıplak kadın heykelciğidir. Göğüs ve kalçaları aşırı gelişmiş (steotopijik form) yapıdadır. Kolları, balon gibi şişkin göğüslerinin iki yanında şerit gibi uzanmaktadır. Göbek deliği ve cinsel organı belirgindir. Kafası oval, saçları belirtmek için kazıma çizgiler ve delikler kullanılmış olmalıdır. Bu eser, ilkel dönemin insanlarının çoğalması ve doğum bereketini temsil ediyor olmalıdır. Willendorf Venüs’ünün kırmızıya boyanmış olması bu eserin bir ayin eşyası ve dinsel uygulamalarla ilintili olduğunu gösteriyor (Ateş). Anadolu’da Willendorf Venüs’ü ile karşılaştırabileceğimiz Amik ovasından, Tell el Şeyh kazılarında ele geçirilmiş bir kadın heykelciği (Kınal), Avrupa’da olduğu kadar Anadolu’da da kadının doğurganlığını, üretkenliğinin önemsenen bir tema olduğunu göstermesi acısından güzel bir örnektir.

Lespugue Venüs’ü, Orinyasgen Cağ, mamut dişinden imal edilmiştir. Aşırı gelişmiş göğüs ve kalçalı (steotopijik form), ilkel bir Ana Tanrıça, bereket tanrıçası kültünün çok erken bir belirtisine işaret eder.

Doini Vestonice bereket tanrıçası, Çekoslovakya’da Unterwisnitz’de bulunmuştur. Çıplaktır. Kalçaları ve göğüsleri aşırı bir şekilde büyük işlenerek abartılmıştır. Göğüsleri sarkıktır. Vücut hatları kazıma çizgiler ile verilmiştir.

Sovyetler Birliği, Gagarino’dan bereket tanrıçaları, çıplak, iri göğüslü, geniş kalçalı ve göbeklidirler (steopijik form). Vücutları orantısızdır. Onların bu görüntüsü kadınların doğurganlığına dayanan bereketliliği simgeliyor olmalıdır.

Ancak buradaki kadın heykelciklerinde önemli bir nokta dikkati çeker. Hepsinin yüz uzuvları belirtilmemiştir.

M. Ateş (2002: 79), yüzleri belirtilmeyen bu kadın heykelciklerinin, üreme organlarının ön plana çıkarılmasının doğumun biyolojik evreleri ile (hamilelik dönemi) ile ilgili olduğunu düşünür.

Tanrıçaların iri göğüsleri ve dolgun vücut yapısı, kadının doğurganlığını üretkenliğini ve besleyiciliğini simgeliyor olmalıdır. Bu eserlerin, bereketlilik ve verimlilik ile ilişkisi dışında, Tanrıça Kybele ile benzeyen başka bir özellikleri bulunmuyor gibi görünüyor. Biz bunu bildiğimiz halde bereketlilik ve verimlilik ile ilgili Ana Tanrıçaların en erken örneklerini Kybele’nin kökenini incelerken gerekli bir ayrıntı olarak gördük. Böylelikle de bereketlilik, doğurganlık ile ilgili Ana tanrıçaların değişik yerlerde de olsa aynı özellik çerçevesinde şekillenmiş olduğunu anladık.

Venüs heykelcikleri dışında istiridye-inci kültü de doğum ya da yeniden doğum ile ilişkili olmasından dolayı önemlidir. Tüm Üst Paleolitik Cağ’a damgasını vuran inci-istiridye kültü mezarlarda kadın-ay-su yeniden oluşum kavramlarını bir arada kullanarak ölüm ve yeniden doğum fikrinin sembolik nesneler vasıtasıyla anlatılmaya çalışıldığı görülür. Bu eşyalar, mezarlarda ölü hediyesi olarak kullanılmışlardır. Bundan da Ust Paleolitik insanlarda da ölümden korkma ve hayata geri dönme arzusunun gelişmiş olduğunu anlayabiliyoruz.

İstiridye dışında, mezar içindeki olunun doğu-batı yönünde yatırılması, kırmızı aşı boyası ile boyanması; onların yeniden doğmalarının istenmesindendir. Bu davranışlar, dünyayı; anne, gömülmeyi; toprağın rahmine yeniden dönüş olarak gören anlayışın çok eski tarihlerde de kabul edilmiş bir düşünce olduğunu gösterir.

Sonuç olarak, Paleolitik Cağ’da öldükten sonra yeniden canlanma anlayışının olması, en ilkel toplumlarda dahi olsa, zaman ve mekân fark etmeden ölüm korkusunun geçerliliğini ilelebet koruyacağını gösterir. Kybele – Attis mitosunda Attis’in ölmediği ve her yıl yeniden canlandığı şeklindeki anlatımda da aynı anlayış görülüyor. Bu, tanrının yeniden canlanmasından ötürü,
Frigyalılar’ın mutlu ve sevinçli olması da insanların ölüme karşı çaresiz kalması duygusundan kaynaklanıyor. Burada da istiridye kabuklarının mezara konulması, ölünün kırmızı aşı boyası ile boyanması onu yeniden hayata döndürerek, canlı haline kavuşturulmak ve üzüntülerden kurtulmak için olmalıdır.

Ayrıca, Paleolitik Cağ’da kadın temalı duvar resimlerinin olması, onların sadece cinselliğinden ya da doğurganlığından ötürü olmamalıdır. Muhtemelen onlar, kutsal varlıklar olarak görüldüklerinden ötürü de önemsenmişlerdir. Çünkü Paleolitik toplumlarda erkekler avlanmaya gittiklerinde evlerinin, çocuklarının bakımını eşlerine bırakıyorlar; onlara önemli mesuliyetler yüklüyor olmalıdırlar. Uzun bir süre evlerine dönemeyen erkekler, av bulana kadar yiyecek temini için dolaşıyorlar. Genelde Paleolitik insanların ataerkil oldukları söylenir ama aynanın bir de diğer yüzüne baktığımızda durum hiçte öyle değildir. Onlarda da çocukların babası yerine geçerek, onları kötülüklerden koruyarak, baba konumuna geçerek aile içi yönetimde söz sahibi oldukları ve bunun sonucunda da duruma bağlı erkek ve kadın egemenliğinin olduğu düşünülebilinir. O zaman da bu duvar resimleri, kadınların gücünün duvardaki yansımasıdır.

* Paleolitik kelimesi, Yunanca palaios=eski ve lithos=taş kelimelerinin birleşmesinden oluşur.

2.881 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • imagesE7UBH2QFDermân arardım derdime, derdim bana dermân imiş… İnsanoğlunun iki temel sıkıntısı var aslında. Birincisi geçim sıkıntısı... Geçim sıkıntısı olan insan önce maişet derdi ile uğraştığı için tefekkür yapacak zemin bulamaz. Bu aslında […]
  • Yığıntı Aile Tipi ve Köhne HayatlarYığıntı Aile Tipi ve Köhne Hayatlar “Karakterin olmadığı yerde ne büyük insan, ne büyük sanatkâr, ne de büyük mücadele adamı vardır”. L. V. Beethoven Klan, kabile gibi bir arada iken var olabilen ancak üyeleri birey […]
  • Yola Çıkarken…Yola Çıkarken… İnsanın evriminde hiç kuşkusuz 5 duyusunun rolü büyük olmuştur. Bütün diğer hayvanlar gibi insan da doğayla iletişiminde beş duyusunu yoğun biçimde kullanmıştır. Ancak ayağa kalktıktan […]
  • Fermi ParadoksuFermi Paradoksu Kadim dünyanın büyük kültürlerinde ilahi ve insani olan arasında bir merdiven vardı.Yeryüzüne ve kozmosa ‘sen ‘ değil,’siz’ diye hitap ediliyordu.İnsanlar parçası oldukları büyük bir […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Kasım 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930  

Arşivler