felsefe taşı

DÂHİLERİN BİLİNMEYEN AŞKLARI…

DÂHİLERİN BİLİNMEYEN AŞKLARI…
Ağustos 08
11:29 2017

FRİDA KAHLO

“Sanat tarihinde Frida, içinde ve yüreğinde hissettiği biyolojik gerçeği dile getirmek için canını dişine takan sanatçıya tek örnektir”
Diego RIVERA

Yirminci yüzyılın Monalisa’sı olarak kabul edilen Frida Kahlo, 1907 yılında Meksika’da mavi boyalı bir evde dünyaya geldi. Bu sırada Meksika’da Porfirio Diaz’ın diktatör rejimi devam etmekte ve halk, Meksika Devrimi’ne hazırlanmaktaydı. Hayatı boyunca dik ve mücadeleci ruha sahip olacak olan Frida’nın, karakterinin temelleri bu devrim ortamında atılacaktı.
Macar Yahudisi bir baba ve Kızılderili asıllı annenin evladı olarak dünyaya gelen Frida, Alman kökenli babası tarafından barış anlamını taşıdığı ve “güçlülüğün” simgesi olduğu için, bu isimle taçlandırılmıştı. Henüz altı yaşındayken geçirdiği “çocuk felci” yüzünden, sağ bacağında kalıcı bir rahatsızlık ile yaşamına devam etmek zorunda kalmış olması ve arkadaşları tarafından “tahta bacak” olarak adlandırılması, çocukluk döneminin iç acıdan izlerinden biridir onun için… Her zaman erkek çocuk isteyen babasına hoş görünmek için midir bilinmez, ergenlik döneminde kaba saba tavırları ve erkeksi duruşu ile dikkat çekerken; 15 yaşına geldiğinde, Ulusal Hazırlık Okulu’nun sınavını kazanır Frida… Her şeye karşı doyumsuz bir merak içinde olan Kahlo, okulda oldukça başarılı olur ve çok geçmeden, Cachuchas adlı anarşist ruhlu bir edebiyat grubuna dâhil olur. İkisi kız, dokuz kişiden oluşan bu grupta bulunan genç bir çocuk ise, Frida’nın ilk aşkı olacaktır… Alejandro Gomez Arias…
Frida’nın kendini tam anlamıyla teslim ettiği ve kalbinde sevda tohumlarının filizlendiği ilk yürek kıpırtısı; Alejandro’dur… İlk aşkı ile beraberken yaşayacağı trajedi ise; onun hayatının dönüm noktası olacaktır. 17 Eylül 1925’te, Frida ve Alejandro’nun otobüse bindikleri bir anda, korkunç bir kaza meydana gelir ve Frida’nın bedenine kocaman bir demir parçası saplanmıştır. Sırtından girip leğen kemiğinden çıkan bu demir parçası, Kahlo’nun hayatı boyunca korselerle, sağlık aparatlarıyla ve sağlıksız şekilde yaşamasına ilk adım olacaktır. Yatağa bağımlı kaldığı dönemde ilk yaptığı iş Alejandro’ya mektup yazmak olur ancak Alejandro’Nun ailesi, oğullarının eğitimini bahane ederek, onu Kahlo’dan uzağa gönderirler. Çektiği fiziki acılar yetmezmiş gibi, bir de kalp acısı çekmektedir Frida…
Frida’nın ablası, onun acılarını hafifletmek ve yalnızlığını paylaşmak için, yatağının olduğu odanın tavanına bir ayna yaptırır. Gün boyu kendini görmek zorunda kalan Frida için, artık edebiyatın yerini resim almaktadır. Çizebileceği en güzel figür de, 24 saat gözünün önünde olan, kendi aksidir… Tahmin edeceğiniz gibi, çizdiği ilk resim bir otoportre olur; ardından da kendinden uzaklaştığını iliklerine dek hissettiği Alejandro’nun resmini yapacaktır…
Bu resmin üstüne şu metni iliştirir Kahlo: “Alejandro, bu portreyi sevgiyle yaptım…”
Aylar sonra Alejandro, gittiği Avrupa’dan döndüğünde, her şey değişmiştir artık… Her ne kadar Frida biraz daha iyileşmiş olsa da, onun kalbindeki aşk; Alejandro’nun kalbinde yerini dostluğa bırakmıştır.
1928 yılında, Frida sanat çevrelerine girmeye başlamış ve kurduğu arkadaşlıklarla güzel bir başlangıca yönelmiştir. O artık, küllerinden doğmaya hazırlanan bir kadındır ve öyle de olacaktır…
1928 Meksikası oldukça karışıktı ve kaba saba görüntüsüne rağmen ilgi odağı olmayı başaran ressam Diego Rivera, Frida’nın da ilgisini çekmişti. Diego’yla tanışan Kahlo, giyim tarzını değiştirdi. Artık erkeksi giysileri bir kenara atarak, jüponlar, danteller, kordelalar takan bir kadın oldu. Mekskalılardan daha Meksikalı görünüyor ve görüntüsü ile merak uyandırıyordu. Kısa süre sonra Diego ile evlenen Frida, 1930’da Diego ile beraber Amerika’ya gitti. Çapkınlığıyla ün salan Diego, Amerika’da da hiç rahat durmadı ve Frida’yı defalarca aldattı. Frida, saplantılı şekilde âşık olduğu Diego’dan intikamını, kadınlarla beraber olarak alacaktı…
Bir süre sonra hamile kalan Frida, büyük hayallerle bebeğini beklemesine rağmen, çok acılı şekilde düşük yapar ve bebeğini kaybeder. “Anne olamamak” bir anlamda “dişiliğine burulmuş bir darbeydi onun için” ve bu ezikliğini pek çok resminde dile getirecekti. Belki de bunlardan en ünlüsü, 1932’de resmettiği Henry Ford Hastanesi tablosu olacaktı…
Daha sonra bir kere daha bebeğini kaybedecek olan Kahlo, tüm umutsuzluğuna rağmen, kocası yerine resimlerinden destek alıyor ve üretkenliğiyle ayakta kalıyordu.
“Resim tüm yaşamımı doldurdu. Korkunç yaşamımı doldurabilecek üç çocuğumu ve bir dolu başka şeyi yitirdim. Tüm bunların yerini resim doldurdu. Çalışmaktan iyisi yok herhalde…”
1934 yılında, Frida’nın canını en çok yakan olaylardan biri yaşanır ve defalarca kendisini aldata kocası , onu kız kardeşiyle aldatır. Yüreğinde derin izler bırakan bu acının ardından Kahlo, 1935 yazında New York’a gider. Amacı yalnız yaşayıp, tüm yaşadıklarını unutmaktır. İşte bu sırada bir diğer aşkı olan heykeltıraş İsamu Noguchi ile birlikte olmaya başlar. Bir sene kadar süren ilişkinin ardından, Diego’nun elinde silahla gelmesiyle ilişki aniden sona erer ve Diego – Frida ilşkisi yeniden başlar…
1936 yılında Frida’nın sağlık sorunları devam etmekteydi. Sağ bacağından olduğu üçüncü ameliyat, sürekli değiştirdiği korseler ve soluk almasını zorlaştıran büyük acılara rağmen, Frida önemli bir olayın eşiğindeydi. Stalin tarafından Sovyetler Birliği’nden sınır dışı edilen Lev ve Natalya Troçki, Diego Riviera’nın aracılığıyla Meksika’dan sığınma hakkı aldılar. Troçkiler, Frida ve Diego çiftinin misafiri olarak, o dönem boş olan Mavi Ev’de kaldılar. Troçki ve Frida arasında başlayan aşk, Troçki’nin eşi tarafından fark edilmiş olsa da, önüne geçilemez bir hal almıştı. Gizli saklı, Frida’nın kız kardeşinin evinde gerçekleşen buluşmalar, bir süre sonra her güzel şey gibi, bitmek zorunda kaldı. Bu ilişkiden kalan anı ise, Frida’nın Troçki’ye hediye ettiği, kendi otoportresi olacaktı…
1938 yılında Amerikalı aktör Edward Robinson’un, Kahlo’nun dört tablosunun birden satın alması, Picasso’nun Diego’ya yazdığı mektupta “ Ne sen, ne Dreain, ne de ben, Frida Kahlo gibi yüzler çizmeyi biliyoruz” demesi, Frida’nın sanat yaşamındaki yükselişin kanıtıydı. Artık Diego’nun etkisi olmadan, devam etmek istiyordu. Amerika’da bir erkekten diğerine koştuğu bu dönemde, fotoğraf sanatçısı Nickolas Muray ile bir aşk yaşamaktaydı. Frida – Nickolas aşkı, Frida’nın eserlerini olumlu etkilemiş ve 1939’da Paris’te büyük bir sergi gerçekleşmişti. Ancak Muray’In başka bir kadına âşık olmasıyla bu aşk da son buldu ve Frica acılar içinde Meksika’ya döndü. Ancak Diego, başka bir kadınla birlikteydi ve Kahlo yapayalnız kalmıştı. Bu sırada Diego’ya şu mektubu yazdı:
“Gecelerim çarpan kocaman bir yürek gibi. Saat üç buçuk… Gecelerim aysız. Gecelerim, pencerelerden süzülen gri ışığa gözünü kırpmanda bakıyor. Gecelerim ağlıyor, yastığım nemli ve soğuk. Gecelerim uzun, upuzun ve sürekli belirsiz bir sona doğru uzuyor. Gecelerim beni senin yokluğuna itiyor. Seni arıyorum, yanımdaki dev bedenini, soluğunu, kokunu arıyorum (…) Bedenim, şu sakat külçe, senin sıcaklığında bir an için kendini unutmak istiyor…”
1939 Eylülünde Frida ve Diego antlaşmalı olarak boşandılarsa da; Aralık ayında yeniden evlendiler. Gün geçtikçe acıları artan Frida, sağlığı el verdikçe çalışmalarına devam edebiliyordu. 1942’de Meksika’da özel bir sanat okulunda ders vermeye başlasa da, bir süre sonra derslere evde devam edebilecek hale geldi. 1944’te ise, fiziki acıların en büyüklerinden biriyle yani çelik korse ile yaşamına devam etmeye başladı.
Bir kez daha resim, tüm acılarının tek kurtuluşu olarak karşısına çıktı. Saatlerce resim yapıyor ve sürekli üretiyordu. Bu yıllar içinde pek çok güzel eser ortaya çıkartacaktı. 1951 yılında omurgasından 7 ameliyat geçiren Frida, 1953 yılında da sağ bacağını tamamen kaybetti. Bacağının kesilmesinin ardından yazdığı şu sözler ise, tüm yaşananlara rağmen Frida’nın Diego’nun gölgesinde soluklandığının kanıtı sayılabilir:
“Altı ay önce bacağımı kestiler. Bu aylar benim için işkenceyle dolu yüzyıllar gibiydi, zaman zaman aklımı yitiriyordum. Hala intihar etme arzusu taşıyorum. Ama beni Diego engelliyor çünkü zannedersem gösteriş açısından bana ihtiyacı olabilir. Böyle dedi ve ona inanıyorum. Ama yaşamım boyunca böyle acı çekmedim. Biraz daha bekleyeceğim…”
Frida’nın tekerlekli sandalye kullandığı ve çok yoğun acılar yaşadığı bu dönemde, Diego onu aldatmaya devam etti. Fiziki olarak en yetersiz olduğu halde, komünistlerin düzenlediği gösteriye katılan Kahlo, devrimci ruhunun acılarının ötesinde olduğunu kanıtlamak ister gibiydi…
47. yaşgününden sonra, Temmuz ayında, Frida son tablosunun baş figürü oldu. Artık cansız bir bedendi o… Son tablosu, son yıllarını yansıtmıyordu. İştah açıcı kesilmiş karpuzlarla “Yaşasın Yaşam” adını taşıyordu…
Son sözleri ise şunlardı: “Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım”
Hayatı boyunca yatakta uzun zamanlar geçirmek zorunda kalan Kahlo, gömülmek istemediği için yakılmış ve külleri de şu an müze ev haline getirilen, doğduğu evde / MAVİ EV’de saklanmaktadır…
Virginia Woolf

“Bu yaşam çok kısa, çok kırık dökük. Hiçbir şey bilmiyoruz, kendimiz hakkında bile…”
Virginia Woolf
1882’de Londra’da dünyaya gelen Virginia Woolf, Victoria Dönemi’nin tanınmış yazar ve eleştirmenlerinden Sir Leslie Stephen’ın kızıydı. Annesinin de babasının da ikinci evlilikleriydi ve büyük bir duygusal uyum yakalayan bu çiftin beş çocuğu oldu.
Stephen Ailesi, Londra’da aydın bir semtte, güzel bir çevrede yaşıyor; yazlarını Cornwall bölgesinde St. Ives’daki evlerinde, deniz kıyısında geçiriyorlardı. Ailenin bütün çocukları, Victoria çağının tutucu yaklaşımından sıkılmış ve özgürlüklerini yaşamaya hevesliydiler. Hatta çocukların 16 Şubat 1910 tarihli Daily Mirror gazetesine manşet olmalarını sağlayan ve tüm İngiltere’nin gülümsemesine yol açan olay, tam olarak sisteme olan isyanlarının fotoğrafını yansıtmaktaydı. İngiltere’nin en büyük savaş gemisi olan Dreadnought’a, Habeşli asilzadeler kılığında girerek ağırlanmışlar ve erkek kılığına giren Virginia’nın fotoğrafı, manşet olmasının ardından günlerce İngiltere’de konuşulmuştu. İşte daha gençlik yıllarında bile Virginia; farklı, özel ve baş kaldıran yapısını gözler önüne seriyordu.
Babasının ölümünün ardından üvey kardeşleri tarafından defalarca tacize ve tecavüze uğrayan Virginia, gün geçtikçe erkeklerden nefret ediyor ve onlara karşı en ufak bir sempati bile duymuyordu. Bu durumu başlangıçta sadece ablasıyla paylaşmış ve bu ortak payda, onları zamanla lezbiyen bir birlikteliğe sürüklemişti. Daha sonra bu ilişkilerini başka kadınlarla da sürdüren Virginia, on altı yaşındayken, kendinden yaşça büyük, modern bir kadın olan Madge Vaughan’a platonik bir aşk beslemeye başladı. 1902 – 1907 yılları arasında mektup yazdığı bir diğer kadın ise, Violet Dickinson’dı. Ancak Violet’le de mektuplaşmanın ötesinde bir gönül bağı gelişmemiş, sadece hoşlanma olarak kalmıştı…
Virginia Stephen otuzuna yaklaştığı halde, hiçbir erkekle aşk ilişkisi kurmamış, kurmak da istememişti. 1909’da, Bloomsbury grubundan, yani adını oturdukları mahalleden alan aydınlar grubundan Lytton Strachey onunla evlenmeyi önerince, adamın eşcinsel olduğunu, bu yüzden de ona el sürmeyeceğini bildiği için, bu öneriyi hemen kabul etti. Ancak Lytton Strachey, korkuya kapılıp teklifini geri çekti ve arkadaş olarak iletişimlerine devam ettiler. Lytton Strachey, o sırada Seylon’da İngiliz hükümetinin memuru olarak görevli bulunan ve Cambridge’de erkek kardeşleriyle birlikte okuduğu için, Virginia Stephen’ı eskiden tanıyan Leonard Woolf’a bir mektup yazdı; Virginia ile asıl onun evlenmesi gerektiğini anlattı
İşte bu dönemlerde bile Virginia’ya âşık olan Leonard Woolf ise, kız kabul ederse, Lytton’un bir telgraf çekmesinin yeteceğini; memuriyetinden hemen istifa edip, ilk vapurla İngiltere’ye geri döneceğini bildirdi. Nitekim, Leonard Woolf, yedi yıldır yaşadığı Seylon’dan döndükten bir yıl sonra, 1912’de Virginia Stephen ile evlendi. Bu evlilikle, Virginia, sadece bir koca değil, yaşamının geri kalanını tamamen idaresine alabilecek yetenekte bir hemşire-bakıcı edinmişti. Ne var ki, cinsel açıdan yalnız eşine değil, tüm erkeklere karşı buz gibi olan bu kadın, Leonard Woolf’a inanılmaz bir sevgi duyuyordu.
İkisini de fena halde üzen başarısız birkaç deneyimden sonra, kardeş kardeş yaşamaya karar vermişlerdi. Kafa açısından tam bir anlaşma vardı aralarında. Beden hazları dışında her şeyi paylaşırlardı. Virginia, bir kitabını bitirir bitirmez, okuyup eleştirmesi için Leonard Woolf’a verirdi. Onu hiçbir zaman yönlendirmeye kalkmayan eşinin, yargıların en doğrusunu vereceğine tam bir güveni vardı. 1915 yılında yayımlanan, ilk kitabının da güvenilir eleştirmeni, eşi Leonard Woolf olacaktı. Virginia Woolf’un ilk romanı DIŞA YOLCULUK’ta, romanın baş kişisi Rachel Vinrace, yalnız bir deniz yolculuğuna çıkmakla kalmaz; dışarıya, yani dış dünyaya açılır bu yolculuğu sırasında…
Virginia Woolf’un, ablası Vanessa Bell’e adadığı, ikinci kitabı olan GECE VE GÜNDÜZ ise, 1919’da yayımlandı. Romanın baş kişisi Katharine Hilberry, bir insanın düşüncesiyle davranışı arasında, kişisel yaşamıyla toplumsal yaşamı arasında büyük bir ayrım, derin bir uçurum olduğunu düşünmektedir. Uçurumun bir kenarında, insanın ruhu, canlı ve gün ışığındadır; öteki kenarında ise “gece kadar karanlıktadır”. Katharine, temelli bir değişime uğramadan, insanın bu uçurumu aşmasının, geceden gündüze geçmesinin yolu var mıdır acaba diye sorar kendi kendine…
1920ler, kadınların söz hakkının çok olmadığı, eğitim haklarının kısıtlı olduğu ve ötekileştirildikleri bir dönemdi. Virginia Woolf’un, karakteristik ögelerinden biri olan feminist duruşu, işte bu dönemde kendini iyice göstermeye başlamıştı.
Virginia Woolf, üçüncü romanı Jacop’un Odası’nı, 1921’de bitirip, bir yıl sonra yayımladı. Yunanistan’da tifoya kapılıp 1906’da çok genç yaşta ölüveren sevgili kardeşi Thoby’nin kişiliğini düşünerek yazdığı bu kitapta, Jacob Flanders’ın kısa yaşamına bir projektör tutuluyordu sanki…
Evlendikten sonra büyük aşkı Vita’yı tanıyıncaya kadar, Virginia’nın, Katrine Mansfield dışında kimse ile gönül ilişkisi olmamıştı. 14 Aralık 1922’de Vita ile tanıştıklarında, Vita , otuz yaşında bir şairdi. Virginia da 40 yaşında olgun bir kadındı artık…
Aristokrat bir aileden gelen Vita, erkeksi davranışları ve uğraşlarıyla dikkat çekiyor, fiziki cazibesiyle de ilgiyi pekiştiriyordu. Virginia, günlüklerinde ve mektuplarında Vita’yı şöyle tanımlamıştır:
“… kayın ağacına benzeyen bacaklarıyla dolaşıyor, parlak bir pembe, üzüm salkımı, sallanan inciler _ seviyorum(…) (benim hiç olmadığım gibi) gerçek bir kadın olması. Sonra onda şehvet uyandıran bir şey var: üzümler olgun: ve fazla derin düşünceli değil. (…) Bana, her nedense, herkesten her zaman en çok beğendiğim şey olan annece bir himayeyi ve yoğunluğu veriyor.”
Anlaşıldığı gibi, Virginia’ya göre Vita, son derece şehvetli ve cazibeli bir kadındı. Vita’nın çapkın bir biseksüel olması ve cinsellik konusunda Virginia’dan çok daha tahrik edici özelliklere sahip olması, Virginia’yı ister istemez anlayışlı olmaya itiyordu.
19 yıl süren birliktelikleri boyunca Virginia Vita’ya 400 mektup yazmıştı. Mektupların büyük bir çoğunluğunda kıskançlık, sitem, yoğun sevgi ve tutku imgelerine rastlamak mümkündür.
1927’ye gelindiğinde ise, Virginia Woolf’un en ünlü ve en güzel romanı okurlarıyla buluştu: Deniz Feneri… Eşi Leonard Woolf’un, ruhbilimsel bir şiir, diye tanımladığı bu romanda, yazar, kendini değil de, çocukluk anılarına dayanarak annesiyle babasını anlattığı için, onun otobiyografik sayılabilecek kitabıdır bu…
Aralık 1927 güncesinde, çok sevdiği yeğenlerinin verdiği bir partiden dönüp de bu çocukların ne hoş olduklarını anlattıktan sonra, hem kendini tümüyle yazmaya adamak istediği, hem de çocuk doğurmanın “bedenselliğini” sevmediğinden, doğurmaktan vazgeçtiğini söyler:
“Ama ne garip ki, kendi çocuklarımın olmasını istemiyorum artık. Ölmeden önce bir şey yazmaya doymak bilmeyen bir isteğim var. .. Yaşamın kısalığı ve sağlıksız ateşi beni yıkmakta … Doğurmanın bedenselliğinden hoşlanmıyorum. Bu duyguyu içgüdüsel olarak öldürdüm belki; belki de doğa yaptı bunu.”

O artık tamamen yazmaya adamıştı kendini ve üretkenliğini, doğurganlığını sözcükler ile yaşayacaktı.
Deniz Feneri’nden bir yıl sonra 1928’de yayımlanan Orlando, Virginia Woolf’un öteki romanlarına hiç mi hiç benzemeyen, hatta İngiliz edebiyatında hiçbir başka kitaba benzemeyen, tümüyle özgün bir düşgücü ürünüydü. Tahmin edeceğiniz gibi, Orlando’nun esin kaynağı Viya’ydı… Orlando’daki anlatım son derece sade ve yalındı. Romanlarında cinselliğe yer vermeyen yazarın, bu kitabında tutkulu lezbiyen eğilimli bir ilişkiye yer verdiğini görürüz.
Yıllar sonra Vita’nın oğlu Nigel Nicolson, Orlando için “edebiyatın en uzun ve büyüleyici aşk romanı” demişti. Aynı şekilde Vita da “Seducers in Equador” isimli romanını Virginia’ya ithaf etmişti.
1929’da yayımlanan “Kendine Ait Bir Oda”, Virginia Woolf’un Newnham ve Girton College’lerinde 1928’de verdiği iki konferanstan oluşan ve konuşma dilinin doğal ve rahat akışını koruyan kısa bir kitaptı. 1931’deki eseri Dalgalar ise, yine oldukça ses getiren bir kitap olmuştu.
Virginia Woolf, ikinci bir dünya savaşının, Avrupa uygarlığının sonu olacağı saplantısına kapılmıştı. Savaşın ilk iki yılında Nazi Almanya’nın zaferleri, korkularını büsbütün arttırdı. Eşi onu Londra’dan uzaklaştırdı. Kırsal bölgede bir eve yerleştiler. Yalnız Londra değil, bütün ülke geceleyin sürekli havadan bombalanıyordu. l940 güncesinde,
“Ellerimizi başımızın arkasında kavuşturarak yüzükoyun yattık. Dişlerin birbirine değmesin, dedi Leonard.” diye anlatmaktadır.
Onu ölüme sürükleyen, yalnız savaştan kaynaklanan ruhsal yıkıntı değil, yazar olarak yaratıcı gücünü yitirdiği kaygısıydı aslında… Londra bombalanırken,
“Bu gece kim ölecek?” diye sormuştu kendi kendine. Arkasından da,
“İnsan artık yazamıyorsa, canına kıyması daha iyi olur” diye eklemişti.
Bir savaş içinde yaşamanın felaketi, artık yazmamak kaygısı, her an delirmek korkusuyla birleşince, denizi büyük bir tutkuyla seven, ama denize girmediği için yüzmesini bilmeyen Virginia Woolf, ceplerini taşlarla doldurup, kendini Ouse ırmağına attı. Yürürken kullandığı bastonu, ırmağın kıyısında bulundu. Elli dokuz yaşındaydı o sırada.
Virginia Woolf, canına kıymadan önce, ablası Vanessa’ya ve eşi Leonard Woolf’a birer mektup yazmıştı. Eşine mektubunda şöyle diyordu:

“Gene delireceğimden eminim. O korkunç günleri yeniden yaşamaya katlanamayacağımı hissediyorum. Bu kez iyileşemeyeceğim üstelik. .. Sesler duymaya başlıyorum … Bu yüzden de, yapabileceğim en doğru şeyi yapıyorum. Sen, mutlulukların en büyüğünü verdin bana .. . Bundan böyle savaşamam … Senin yaşamıııı bozduğumu biliyorum .. . Kendi yaşamımın bütün mutluluğunu sana borçluyum … Beni herhangi bir kişi kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Senin iyiliğine güvenimden başka her şeyimi yitirdim … Artık senin yaşamını bozamam. Hiç kimse bizim ikimizden daha mutlu olmamıştır.”
Adolf Hitler

“Bir genç kızı eğitmekten daha güzel bir şey olamaz; onlar balmumu kadar kolay şekil alır”
Adolf Hitler
Dünya tarihinin en büyük katliamlarından birini gerçekleştiren Hitler’in, aşk dünyası da tıpkı politik dünyası gibi, güç üstüne kuruluydu. Uğruna intihar eden kadınlar, detaylarının tam olarak çözümlenemediği özel yaşamı, iktidarı döneminde gelen milyonlarca aşk mektubu ve sırf bu mektupları arşivlemek için görevlendirdiği memurlarıyla, farklı bir çizgiye sahipti Hitler… Şimdi o gizemli kapıyı aralayıp Hitler’in kadınlarının dünyasına misafir olacağız…
20. yy.ın en çok bahsedilen liderlerinden biri olan Hitler, 20 Nisan 1889’da Avusturya’nın Braunau am Inn şehrinde dünyaya geldi. Oldukça sert mizaçlı bir babanın eğitiminde yetişen Hitler, fiziki ve ruhsal olarak şiddet gördüğü aile ortamında, kendini dahi koruyamayan bir annenin gölgesinde büyüdü. Oğlunun da kendisi gibi memur olmasını isteyen baba Hitler, Adolf’un eğitimi ile ilgilense de, o, okullarında oldukça başarısız bir tablo çiziyordu. 13 yaşında iken babasının ölümü ile artık memur olma zorunluluğu ortadan kalkan küçük Adolf, Viyana’ya gidip resim eğitimi almayı hedefine koymuştu. Birkaç yıl sonra vefat eden annesinin ardından, bu planını devreye sokarak Viyana’ya gitti. Viyana Güzel Sanatlar akademisinin yetenek sınavlarına iki kere girdiyse de ikisinde de başarılı olamadı. İşte sefillik ve yokluk içinde geçen bu yıllar, Hitler’in ve belki de tüm dünyanın yaşamında bir dönüm notası olacaktı…
1912’de Münhen’e taşındı ve I. Dünya Savaşı başladığında gönüllü olarak Alman ordusuna katılarak Bavar Piyade Alayı’nda onbaşı rütbesi ile bütün savaş boyunca ön cephede görev aldı. Ulak olarak görevlendirilen Hitler, cesaretinden dolayı demir haç madalyası ile ödüllendirilecek ve diktatörlüğü döneminde de o madalyayı hep takacaktı. 1919’un sonbaharında, Hitler, ordudaki görevinden ayrıldı ve Dreksler tarafından yeni kurulan “Alman İşçi Partisi”ne katıldı. Bir yıl sonraysa partinin adı, “Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi” olarak değiştirildi. 1923’ün Kasım ayında, Münhen’deki bir birahânedeki yaptıkları toplantıda, mevcut hükümeti devirmek fikri ortaya atıldı ve ertesi gün bu amaçla başlatılan yürüyüş, polis tarafından dağıtıldı. Parti yöneticileriyle birlikte Hitler de hapsedildi. Kavgam isimli iki ciltlik eserini bu dönemde yazdı.
Tahliye olduktan sonra Hitler, önceki gücünü yitirmekte olan partisini yeniden ayağa kaldırmak için, güçlü ve sağcı bir hükümet kurulmasını arzulayan iş adamlarının maddi desteklerinin de yardımıyla işsiz ve az gelirli Almanların bu partiye katılmasını sağladı. Parti yenileniyor ve gün geçtikçe güç kazanıyordu. Hitler, lider kimliği ile tarihi rolünü üstlenmeye başlamıştı.
1932’nin yazında geçirilen seçimlerde cumhurbaşkanı seçilen I. Dünya Savaşı’nın meşhur kişilerinden Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’tan sonra Hitler, topladığı oylara göre “ikinci adam” oldu. 30 Ocak 1933’te Cumhurbaşkanı Hindenburk, Hitler’i şanşölye /başbakan olarak atadı.
Hitler’in siyasi kimliği gün geçtikçe netleşirken, özel hayatındaki renklilik de belirginleşmeye başlamıştı. Askerlik döneminde çevresindeki arkadaşlarının tanımladığı“ kadınlardan uzak ve çekingen adam gitmiş, yerine sıra dışı özel hayatıyla dikkat çeken biri gelmişti…
İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’na karşı savaşan ve Normandiya’ya çıkan ilk İngiliz askerlerinden olan Leonard Wilkes, Fransa’da görev yaptığı dönemde günlük tuttu. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’i mağlup eden ordunun içinde yer alan Leonard Wilkes yaşamı boyunca çocuklarına savaş hatıralarını anlatmadığı gibi günlüğünden de bahsetmedi. 1991 yılında 76 yaşında hayatını kaybeden Leonard Wilkes’in iki oğlu yaklaşık on yıl önce kilitli bir kutuyu açtıklarında, babasının savaş yıllarında tuttuğu günlüğüyle karşılaştı. Wilkes’in oğulları hayatları boyunca haberdar olmadıkları günlüğü okuduklarında ağızları açık kalmıştı.
Babaları günlükte, Nazi lideri Adolf Hitler’den bir çocuğu olduğunu savunan Fransız Charlotte Lobjoie’den bahsediyordu. Hitler’le Birinci Dünya Savaşı’nda tanışarak 6 ay aşk yaşadığını iddia eden Charlotte Lobjoie, 1950’li yılların sonunda ölüm döşeğinde oğlu Jean-Marie Loret’e bir itirafta bulundu. Fransız kadın, oğluna babasının Nazi diktatörü Adolf Hitler olduğunu söyledi. Her ne kadar bu iddialar halen daha araştırılıyor ve bilimin sunduğu imkânlarla testler yapılıyor olsa da, henüz net bir sonuca varılabilmiş değil… Ancak, 1916 yılında Hitler’in yaptığı iddia edilen portrede Charlotte’e benzetilen figürün akılları bihayli karıştırdığı da söylenebilir…
Sonraki yıllarda Hitler’in hayatında olduğu bilinen bir diğer kadın ise, Maria Reiter olacaktı… 1926 yılında, Maria daha 16 yaşında bir kızken, bir mağazada tezgâhtar olarak çalışmaktadır. Maria’yı gören Hitler, daha ilk görüşte ondan etkilenir ve onu bir şekilde yaşamına dâhil etmek ister. Maria ise, Hitler’i gördüğü anda, onun bıyıklarını tombul bir sineğe benzetmiş ve en ufak bir sempati bile duymamıştır. Ancak Hitler, onu Parti’nin bir toplantısına davet eder ve işte o an her şey değişir. Yüzlerce kişinin büyük bir hayranlıkla izlediği, ayakta alkışladığı, idol olarak gördüğü kişi, onca kadın içinden kendini seçmiştir. Daha sonra kitaplaştıracağı yaşamında, o anı anlatırken, “ İşte içimdeki buzlar o anda eridi” demektedir Mitsi yani Maria…
Genç Maria ile 37 yalındaki Hitler’in aşkı bir müddet devam edecekti ancak günün birinde partiye gelen yazıda yer alan “Hitler reşit olmayan bir kızla beraber” bilgisi, her şeyi alt üst etmeye yetti. Çünkü Hitler, Almanya ile evliydi. Çocuk sahibi olma ihtimaline karşı, Maria’ya kısırlaştırma operasyonu düzenlediği iddia edilen Hitler, köşeye sıkışmıştı. Bu ilişkinin daha fazla devam etmesi imkânsızdı ve öyle de oldu… Aşk bitmişti… Bunu hazmedemeyen Maria, intihar girişiminde bulunsa da başarılı olamadı ve yaşadıklarını yıllar sonra kitap haline getirdi…
Özel hayatında kendinden yaşça çok küçük kızları tercih eden Adolf Hitler, iktidarını güçlendirmek ve itibar sahibi olabilmek için de olgun kadınların ilgisini kullanıyordu. Bavyera sosyetesinin saygın, elit, zengin kadınları onun peşindeydi. Özellikle İngiltere doğumlu Alman milliyetçi Winifred Wagner, ona son derece büyük bir prestij sağlayacak statüdeydi. Zaten Hitler’in operaya ve Richard Wagner’in bestelerine olan hayranlığı biliniyordu. Winifred’in eşinin ölümünün ardından, Hitler ona 1930 ve 1933 yıllarında iki kere evlenme teklif etti ancak aldığı cevap hep aynı oldu:
“Resmi bir sıfatın olursa kabul edebilirim.”
Zaten statü sahibi olmak için evlenme teklif eden Hitler için ise, bu durum ironikti… 1933 yılında başbakan olması ile de evlenme gerekliliği ortadan almış oldu ve bu hikâye de burada noktalandı.
Yine itibar ve prestij için Hitler’in yakınında olmaya çalıştığı diğer kadınlar da vardı elbette… Elsa Brookman gibi, Helen Bechstein gibi… Zira bu aristokrat kadınlar, dönemin magazinel ve sosyetik zümresini ellerinde tutuyorlar, düzenledikleri partilerle insanlar arasında köprü görevi görüyorlardı. KİMler yoktu ki davetlileri arasında… Sanatçılar, siyasiler, filozoflar, askerler… Kısacası Hitler’in ihtiyacı olan herkes…
Prestij amaçlı birliktelikler bir yana bırakılacak olursa, Hitler’in gönlünde yatan özel beraberliklerden biri de, üvey kızkardeşinin kızı olan Geli Raubal’di… Yeğeni ile olan birlikteliği oldukça şaşırtıcı ve merak uyandırıcı boyuttaydı. Geli 19 yaşına geldiğinde, Hitler’in yanına Münih’e taşındı ve onu adeta babası gibi gördü. Oldukça sempatik ve neşeli bir kızdı. Hitler onu toplantılara, yemeklere, davetlere götürüyor ve şaşaa içinde bir yaşam sunuyordu. Genç Geli için bunlar inanılmaz keyif verici unsurlardı. Ancak Hitler’in kendi eliyle Geli’yi emanet ettiği şoförü Emil Moris de ona aşıktı. Durumu fark eden Hitler, Emil’i derhal kovdu ancak perde arkasında yatan başka bir gerçek daha vardı ki, o da Emil’İn Musevi kökenli olduğu gerçeğiydi. Kısacası, bu ilişki olmasa bile, Moris’in bir süre sonra, Hitler’den çok uzakta olacağı kesindi…
Aşığının kovulmasından mıdır yoksa dayısının baskısından mı bilinmez ama evinde olduğu bir gün, Hitler yurt gezisindeyken Geli intihar etti. Polis raporlarına göre, Geli dayısının tabancasını alıp odasına çekildi ve göğsüne sıktığı bir kurşunla kendini vurdu. Almanya ile evli olduğunu ve hayatında başka hiçbir kadına yer olmadığını iddia eden Hitler için, bu uzun süre konuşulacak bir acı ya da ayrılık değildi…
Yine Hitler’in hayatında önemli yer tutan kadınlardan biri olan goebbels de sıra… Dönemin Propaganda bakanı olan Joseph Goebbels, o sırada Maria Magdalena Behrend ile bir aşk yaşıyordu. Tam bir ari kadın olan Magda, Hitler’in dikkatini çekmişti. Karşılıklı bir his olduğu her halinden belli olan bu ilişkide, kazanan taraf üçüncü kişi olan Josepf Goebbels oldu. Her ne kadar Hitler duygularını açıklamış olsa da, propaganda bakanına evlilik sözü verdiğini söyleyen Magda, Hitler’i seçmedi. Joseph Goebbels ile evlenip altı çocuk doğurdu, üstelik nikah şahitleri de Hitler’di… Magda, Hitler’de hayranlık uyandıran bir kadındı. Eşine sadık, iri, sağlıklı, doğurgan, üretken, evine bağlı ve prestijli… Hayat boyu sürecek olan bu ilişki, ölüm anında da devam etti. Eva Braun ile Hitler’İn intihar edeceğini öğrenen Goebbels çifti, onsuz bir hayat düşünemedikleri iddiası ile, önce altı çocuklarını zehirlediler ve sonra da kendi yaşamlarına son verdiler…
Hitler’in büyüsüne kapılan bir diğer kadın da İngiliz asilzadesi olan ve uzaktan da Churchill’İn akrabası olduğu bilinen Unity Mithford’du. İngiliz olsa da, Hitler’İn milliyetçi söylemlerine hayran kalmış ve onun hayatında olmayı hedeflemişti. Bunun için, onun gittiği mekanları takip etmeye başlamış ve adeta bir dedektif gibi iz sürmüştü. Gerçekten de bir gün Hitler ile aynı restorantta karşılaştılar ve bu, yıllarca sürecek arkadaşlıklarının da başlangıcı oldu. Her ne kadar başlangıçta Hitler Unity’e güvenmese de, sonrasında onun ateşli ve coşkulu konuşmalarından etkilenmiş ve onu yakın çevresine dahil etmişti. 2 Dünya savaşı çıkacağı haberi yayılmaya başlayınca, İngiltere ile Almanya’Nın savaşacağı düşüncesini hazmedemeyip başına ateş edip kendini vurdu. Ancak mermi ölümcül bir yere isabet etmedi ve ömrünün son gününe dek, İngilizler tarafından bir vatan haini ilan edilerek, acılar içinde yaşadı.
Ve Eva Braun… Hitler’in özel fotoğrafçısı olan Heinrich Hoffman’ın yanında asistan olarak çalışan Eva Braun, Hitler’in dikkatini çektiğinde 1931 kışıydı. Sonrasında bir şekilde Adolf ‘ün hayatında olan Eva Braun, 1935 yılında intihar teşebbüsünde bulununca Hitler’in himayesine girdi. Son derece büyük bir gizlilikle saklanan bu kadın, çocuksu hareketleri ve canlılığıyla lideri etkilemişti. Beraber kaldıkları evde, sadece kendileri izlemek koşuluyla çekim yapmasına izin verilen tek insandı Eva… Hatta belki de, 2. Dünya Savaşının başlangıç fitilinin ateşlendiği o anı da çekmeyi başarmış olabilirdi. Zira ele geçirilen görüntülerde, 1939 Ağustos’undaki görüntü bihayli dikkat çekiciydi. Dudak okuma uzmanlarınca yapılan incelemelerde, Hitlerin İngiliz hükümetinden gelen bir telgrafa verdiği tepki dikkat çekiyordu. Kim bili, belki de Eva, Hitlerin hayatındaki aptal sarışın olarak değil de, bu görüntüleri çeken kadın olara anılmayı hak etmiştir…
Hitler’in önlenemez yükselişi bu andan sonra değişecekti artık… 1939 yılının sonlarında 2. Dünya Savaşının başlaması ile, dünya ve Almanya bambaşka bir rotaya çevirecekti yüzünü.. Ve Kızılordu’dan kaçan Hitler, Berlindeki sığınakta, bir gün evvel evlendiği eş Eva Braun ile beraber intihar ederken, geride ona yazılan milyonlarca aşk mektubu, uğruna intihar eden kadınların anıları ve gözyaşı döken Alman kadınları kalacaktı…

Çaykovski
“Geçmişe pişmanlıkla, geleceğe umutla bakmak; şimdiki zamanla asla tatmin olmamak. Bütün hayatımı böyle yaşıyorum.”
Pyotr İlyiç Çaykovski

Kuğu Gölü, Fındıkkıran, Uyuyan Güzel ve Külkedisi baleleri denildiği zaman zihinlerde canlanan o muhteşem besteci de sıra… Pyotr İlyiç Çaykovski… Eserleriyle olduğu kadar, özel yaşamıyla da bir döneme damgasını vuran ve bir o kadar merak uyandıran isimdi o… Peki ama bu eserler hangi duygularla ve kimler için bestelendi, içinde bulunduğu ruh hali nasıldı ve hepsinden önemlisi kalbi kimler için atıyordu… İşte bu bölümde bunların cevabını bulmaya çalışacağız…
19. yy. Rusyası, adeta ünlü Rus bestekârların dünyaya merhaba dedikleri bir dönem gibiydi… 7 Mayıs 1840’ta, Moskova’nın doğusundaki Votkins kasabasında, geleceğin bir müzik dâhisi dünyaya geliyordu… Çaykovski… Baba, Askeri Mühendis İlya Petroviç Çaykovski Maden Ocaklarında yöneticilik yapıyor, anne Aleksandra Andreyevna da evde çocuklarıyla ilgileniyordu. Çocukların eğitimiyle ilgilenen Fransız dadı nedeniyle, küçük Çaykovski daha altı yaşında hem Fransızca hem de Almanca konuşabiliyor ve piyano çalıyordu. Müziğe olan yatkınlığını fark eden babası, müziğin hobi olarak değerlendirilmesinden yana olduğundan, maddi imkânlarını güçlendirmesi için, oğlunu Ticaret Okulu’nda yatılı okumaya gönderdi. Ailesinden uzakta olmak bir yana, istemediği bir alanda eğitim almak, onu bihayli zorluyordu. Babasının zoruyla okulunu bitiren ama bu sırada koleradan annesini kaybeden Çaykovski, oldukça mutsuz ve depresyonun eşiğindeydi. Mezuniyetinin ardından dört yıl memur olarak çalıştıktan sonra, daha fazla bu işi yapamayacağını anlayınca, Çar II. Aleksandr’ın himayesinde faaliyet gösteren Saint- Petersburg Müzik Akademisi’nde eğitim görmeye başladı. Anton Rubinstein’dan aldığı eğitim, onda yepyeni bir ufuk açmış ve beste yapmaya başlamıştı. 1867’de, Rubinstein’ın orkestra şefliğini Balakirev’e devretmesiyle Rus kültürü ile batı müziğini sentezleyen yeni bir müzik devrimi gerçekleşti ve Çaykovski de mistik ruha sahip bale eserleriyle Batının ilgisini çekmeye başladı.
İşte bu dönemde, ünlü Fransız şarkıcı Desiree Artot ile aralarında bir aşk başlamıştı. 1868 yılında nişanlandılar ancak Desiree’nin başka bir adama âşık olmasıyla, bu ilişki ansızın bitti.Ünlü “ROMEO VE JULİET” bestesi, bu sevdadan doğacaktı… Bu sırada Çaykovski, genç delikanlılara ilgi duyduğunu fark etmiş ve o dönemde eşcinsellik Rusya’da suç kabul edildiğinden bu yönünü saklama yoluna gitmişti. Canı pahasına koruduğu bir sırrı vardı artık… Ancak ailesi Çaykovski’nin bu eğilimini fark edince, itibarlarını korumak ve olayı örtbas etmek için, oğullarını zorla evlendirmek istedi. Lütferek evleneceği kişiyi seçme hakkını Çaykovski’ye sunan ailesi, onun eski bir öğrencisi olan ve kendisine sürekli mektup yazan Antonina Mİlyukova ile evlenmesine izin verdi. Ancak bu evlilik sadece dokuz hafta sürecekti. İkiyüzlülüğün ve isteği dışında bir şeyi yapmanın acısına dayanamayan Çaykovski’nin nehir kenarına giderek intihar girişiminde bulunduğu iddiası bazı kaynaklarda yer almaktadır. Ancak elbette ailesinin bu olayı örtbas ettiği de yine iddialar arasında…
1877 yılındaki düğünden kısa bir süre sonra, Çaykovski kardeşine şu mektubu yazdı:
“Bir süredir delilik sınırlarını zorladığımı ancak şimdi kavrayabiliyorum. Mayıs ayında ANtonina ile evlenmeyi kafasına koyan, Haziran ayında hiçbir şey olamış gibi oturup bir opera besteleyen, Temmuz ayında evlenip Eylül gelmeden karısından kaçan, sonra da Roma’ya sığınan o adam ben değildim, bir başka Pyotr İlyiç olmalı.”
Her ne kadar özel hayatında inişler çıkışlar yaşıyor olsa da, bu dönemde ünlü eseri “Kuğu Gölü Balesi’ni tamamladı ve eser Bolşoy Tiyatrosu’nda sahnelendi. Bu sırada maddi sıkıntılar içinde olan ve ayrı yaşasa da eşinden boşanmadığı için, ona da maddi destek zorunluluğu olan Çaykovski, büyük bir açmaz içindeydi. Tam bu sırada, hayatını değiştirecek aristokrat bir dul yaşamına girdi. Hiçbir zaman karşılaşmamış olsalar da, dönemin zengin dullarından olan Nadejda Von Meck ile mektuplaşıyor ve onun bonkörce sunduğu destek ile geçimini sağlıyordu. Müzik dünyasında birkaç kişiye destek olan Nadejda, Çaykovski’ye karşı özel duygular içindeydi. Gerek minnet duygusu gerekse zengin dulun gururunu okşayan ilgisi yüzünden Çaykovski, dördüncü senfonisini ona ithaf ediyordu:
“Bugüne kadarki hiçbir müzik bestesinin ithafı bu denli ciddi ve gerçek olmamıştır. Aslına bakarsan bu benim değil, bizi senfonimiz. Onu bestelerkenki hissiyatımı bir tek sen anlayabilirsin. BU benim sonsuza kadar en sevdiğim eser olarak kalacak; çünkü geçirdiğim bir ruhsal rahatsızlık ve çok uzun süren dayanılmaz bir kederin ardından, birdenbire bu senfoniyi ithaf ettiğim kişinin görünümüne bürünmüş bir mutluluk gördüm. Her şeyi sana borçluyum.”
Elbette bu sırada Çaykovski özel yaşamına devam ediyor ve genç delikanlılara duyduğu ilgiyi elinden geldiğince saklamaya çalışıyordu. 1884 yılında Çar 3. Aleksandr tarafından özel bir nişanla ödüllendirilmesi, toplumdaki saygınlığını pekiştirmişti. Yine iddialara göre, eğitimci olarak çalıştığı okullarda, delikanlılar arasında onun ilgisinden rahatsız olanlar da vardı ve tabii ki minik fısıltılar kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı.
Peşi sıra gelen başarılı eserlerin ve seyahatlerin ardından, 1887’nin sonuna doğru, Çaykovski’nin büyük bir başarıyla sonlanan Avrupa turnesinin ardından mektuplarla sürdürülen bu tuhaf ilişki yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. Artık eskisi kadar sık mektuplaşmalar olmuyordu ve bu durum Çaykovski için büyük bir felaket olabilirdi. “Ya Nadejda gerçekleri öğrendiyse!”…
Bu sırada mektupların birinde Çaykovski’ye gerçek aşkı yaşayıp yaşamadığını Nadejda doğrudan sorar ve şu cevabı alır:
“Aşkta tam bir mutluluk bulup bulamadığımı soruyorsan sevgili dostum, cevabım hayır, hayır, hayır ve hayır olurdu… Aslında bu sorunun cevabının bestelerimde de olduğuna inanıyorum. Ama bu duygunun sonsuz kudretini, ölçülemez gücünü anlayıp anlamadığımı soruyorsan, o zaman cevabım evet, evet, evet, evet olacaktır. Bir kez daha söylemeliyim ki, aşkın hem ızdırabını hem de mutluluğunu yaşamak için aşka yeltenmiş olduğum doğrudur”
Nadejda aldığı cevapla tatmin olmuş muydu bilinmez ama Çaykovski açısından maddi destek kesilmedikçe sorun yoktu. Bu sırada eserler Dünyanın pek çok sahnesinde sergileniyor ve ünlü bestecinin şöhreti her yere yayılıyordu. 1889 yılında Klasik Batı Müziğinin ilgi görmediği Osmanlı topraklarına bile turne düzenleyen Çaykovski, İzmir ve İstanbul’u ziyaret etti.
1890 yılı ise, tam bir felaketti.. Nadejda, Çaykovski’nin eşcinsel olduğunu öğrenmiş ve tüm desteğini çekmişti. 12 yıl süren mektup aşkı ve maddi destek bir anda yok olmuştu. Bu trajedi Çaykovski’nin zaten intihara eğilimli yapısını tetikledi. Zihninde intihar teşebbüsleri şekilleniyor ancak gerçekleştirecek cesareti bulamıyordu. “Cinsel sapık” olarak anılmak en büyük korkusu haline gelmişti. Geri kalan yaşamında alkol ona eşlik edecek ve kızkardeşi Kamenka’nın evinde geçirdiği mutlu yaz günleri bile, öz yeğeni Bob Davidov’a aşık olması ve bunun yol açtığı suçluluk duygusu nedeniyle mahfolacaktı.
1892’de ise, Fındıkkıran Balesi ile yeniden yükselişe geçecekti.. Ancak içindeki boşluk dolmuyor ve depresif halleri yoğunlaşıyordu. Bir sona yaklaşıldığı kaçınılmaz bir gerçekti.
1893 yılında, İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’nin fahri doktora ödülüne layık görülmüş olsa da,bir bataklık gibi onu içine çeken duygusal açmazları, su üstüne çıkmıştı. Artık baş edemiyordu. Kolera salgınının yaygın olduğu bir dönemde, kaynatmadan bir su içerek yaşamına son verdi. Bu adeta bile bile ladesti… Her ne kadar ölümü, bir cümle ile özetlenmiş gibi görünse de, ölümünün ardındaki gizem biraz akıl karıştırıcıdır. Eşcinsel kimliği kaynaklı olarak pek çok spekülasyon ortaya atıldı. İddiaya göre; Çaykovski kendi isteği ile o suyu içmemiş, gizli bir mahkeme tarafından ölüme mahkum edilmişti. Aristokrat bazı kişilerin genç oğullarına ve yeğenlerine olan ilgisi yüzünden eşcinsellik suçlaması ile idam edileceğini bildiği için, daha kolay olacağına inandığı bu yolu seçmiş olabilir miydi! Olduğuna bile inanmadığı AŞK, onun yaşamına mal olmuş olabilir miydi! BU konu hala gizemini koruyor…

KAYNAK: Dahilerin Bilinmeyen Aşkları programı/ Kanal B

4.586 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • Gün olur…Gün olur… Yazıma ünlü şairimiz Orhan Veli’nin “Gün olur alır başımı giderim...” şiiriyle başlamak istedim. “Gün olur, alır başımı giderim, Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda. Şu ada […]
  • Hasan TahsinHasan Tahsin "Kollarını sallaya, sallaya mı girecekler? Olmaz… Olamaz ki!.. Sonunda ölüm var!.. Kan var!.. Bunu anlamalılar!.." Hasan Tahsin 1919 Yılı 15 Mayıs’ında İzmir Limanını dolduran Yunan […]
  • AnıtkabirAnıtkabir "Anıtkabir… Toplam 750 bin metrekaredir, bunun 120 bin metrekarelik bölümü anıt bloğudur, geriye kalan 630 bin metrekarelik bölümü ise, on binlerce ağaçtan oluşan Barış Parkı'dır. * Yani […]
  • Sarıkamış faciası ve Devrim Şehidi KubilaySarıkamış faciası ve Devrim Şehidi Kubilay Aralık Ayının 22 si ve 23 ü, iki büyük yaşanmış olayı hatırlatacağım ve anacağım! • Sarıkamış’ta soğuğun yok ettiği bir orduyu! • Devrim Şehidi Kubilay’ı! Sarıkamış […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Ekim 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  

Arşivler