felsefe taşı

Kitaplarım I: Tiryakilik ve Ayrıl(ama)ma

Kitaplarım I: Tiryakilik ve Ayrıl(ama)ma
Eylül 05
09:36 2016

Küçükken ne kadar çok şey bilirsem, o kadar çok sevileceğimi sanırdım. Çünkü ben öyleydim. Bir şeyler öğrendiğim insanları hep çok sevdim. Halihazırda var olan öğrenme arzumun, ‘çok şey bilen daha çok sevilir’ yanılsaması ile daha da hızlanmış olduğu kesin. Bilgi için de en önemli yol kitaplardan geçerdi. Bu da evde fazlasıyla vardı.

Kardeşim sokakta oynarken, o zaman sokakta oynanırdı, ben evde okurdum.

“Kalk sokağa çık, oyna! İleride psikolojik sorunların çıkacak,” diyen en küçük teyzemi unutmam ne mümkün. Haklıymış. Bu yazıda anlayacaksınız.

Annem de babam da hep iyi okuyucu oldular. Eve sık sık yeni kitap alınırdı. Romanlar, araştırmalar, sol düşüncenin tüm külliyatı. Sakıncalı kitapları dostlar, partililer nedense bize emanet ederdi. Ödünç verilen kitaplar geri gelmez, evde hep bir kitap trafiği olurdu. Evdeki kütüphanemiz (1), biz büyüdükçe büyüdü.

Yedi-sekiz yaşlarımdayken eve bir kitaplık ısmarlandı. Oldukça büyük, siyahlı bordolu bir kitaplık. Tek tek bütün kitapların sırtına yapıştırılmak üzere ucu tırtıklı, pul gibi etiketler de almıştı babam. Yalayarak arka yüzlerini o etiketleri yapıştırdık beraber. Babamın kütüphaneciliği yazarların alfabetik sıraya dizilmesine göreydi. A’dan başladık, Z’ye kadar, bütün kitapları etiketledik, birlikte de dizdik. Harf ve rakamları babam yazdı. Yazısı benim ilkokul yazımdan çok daha güzeldi. Sonra da öyle kaldı.

Benim için inanılmaz bir serüvendi o kütüphane oluşturma günü. Çünkü annem de babam da o sıralarda milletvekili seçimleriyle ilgileniyorlardı, annem partide yönetici, babam adaydı. Bu ikisini, özellikle de babamı çok az görmemiz demekti. Babamı az görme durumu biz Ankara’ya yanına gidene kadar geçen bir buçuk yılı da kapsadı sonra.

Bir kısmı Ankara’da geçen on küsur yıl kadar süren politik hayatın çok eğlenceli olmadığı anlaşılıp, mutedil hayatımıza geri döndüğümüzde ben oyun oynama yaşını biraz geçmiştim. Kitapları birlikte yerleştirmek, babamla birlikte yaptığım ender çocukluk faaliyetlerimden biri olarak kaldı. O zamanlar çocukla şu kadar saat oynanacak, ona şöyle davranılacak, çocuk şu dakikada şunu yapacak diye dikte eden ebeveynlik kültürü (neyse ki) henüz doğmamıştı. Her şeyi kurallarıyla ve (sonradan nedense değişen) bilimsel bulgulara göre yaşadığımız zamanlara biraz vardı.

O etiketli kitapları her gördüğümde, tüm bunları tekrar anımsarım. O anımda bir sürü duygu bir aradadır: Her kitap üzerinde durarak, ona dokunarak kitap “sevgimin” başlaması; evde bir kitaplığı dizme heyecanı ve sorumluluğu; galiba en çok da babamla bir şeyler yapabilme, ona yardım edebilip, kendimi daha önemli hissedebilme duygum. Evdeki kütüphanemiz bunların hepsiydi.

O kütüphaneden ödünç alıp geri vermediğim kitaplar da bellidir sırtlarındaki K-10, A-3 gibi etiketlerle. Küçükken hafızam boş olduğu için yazarları ve etiket sırası ile ezberimdeydi kitaplar. O kitapları okumak için küçük olsam da, yazarlarını tanırdım, içeriklerini de yavaş yavaş öğrendim.

Kitabı tanıma, kitabı sevme ve kitaba sahibi olma durumlarının birbirinden oldukça farklı olduğunu sonradan öğrenecektim.

Kendi harçlıklarımla ilk aldığım kitabı unutmam ne mümkün! Kendisi hala kütüphanemin başköşesinde: Çalıkuşu. Ankara’dayken, Emek 8. Caddedeki küçük bir kırtasiyenin vitrininde görmüş, almıştım. Ön yüzünün arka fonu nedense pembedir – kız çocuklarına… İdealist kadınlar yetiştirir. O idealizm sonradan başa bela olur. Bir kaç kez okudum, çok sevdim Çalıkuşu’nu. Ancak sanırım kızıma okumasını önermeyeceğim!

Kitap almalarım bitmedi. Son hız kitap satın aldım. Sahaflardan topladım. Okuyamayacak olsam da raflarımda bulundurmak isteyeceğim kitapları da almak istedim. Örneğin bir Librairie de Pera müzayedesinde ilk basım, üstelik Arapça harflerle basılmış olan Çalıkuşu için, ülkenin en zenginlerinden biri ile yarıştım, ancak alamadım. Fiyatı çok pahalı olduğu için değil, bugünün parası ile en fazla yüz liradır. O kitaba ayırdığım bütçe o kadardı zaten. Müzayede yöneticisi allem edip, kallem edip benden daha iyi müşteri olduğu aşikar rakibime satmıştı. On yıldan fazla oldu, hala merak ederim o kitabı.

Alsam da okuyamayacak olmamın bir önemi yoktu. O kitaba bakmak, dokunmak, dizgisini incelemek istiyordum. Aynı zaman da koklamak. Her kitabın kendisine özgü bir kokusu olduğunu çok önceden keşfetmiştim. Yurtdışında basılan kitaplarda daha bariz olur ve kullanılan kağıda, cilde göre değişir o kokular.

Kendi kütüphanem de her yıl arttı, büyüdü. Şehir değiştiren herkes gibi benimle birlikte seyahat etti kitaplarım. Bir kısmı ülke de değiştirdiler, anayurtlarına dönmek için benimle birlikte beklediler. Bir kısmıysa hep göçmen kaldı.

En sonuncu taşınmamda, kolilerin çoğunun kitap olduğunu görünce, durdum. Ben ki o kadar maddi kültür ve tüketim üzerinde yazıp, çiziyorum; insanlar kendilerini nasıl maddi ve manevi sahip oldukları ile ifade eder, araştırıyorum; niye bu kadar çok kitabı hala evimde tutuyordum? Giysilerimi tasfiye ediyor, ihtiyacı olanlara veriyordum. Ancak kitaplarım nedense hep demirbaştılar.

Yerleştirirken ve yorulurken kitaplarımı, arkadaşlarımla da resimlerini paylaşıyordum. Finansçı bir arkadaşım en “doğru” yorumu yaptı:

“Taçlı, sen amma da çok para harcamışsın kitaplara!”

Düşündüm, doğru. Tek sorun o ana kadar benim kitaplarımı maddi birer değer olarak görmemiş olmamdı. Mesela doktora öğrencilerine okul her yıl 300 poundluk bir araştırma bütçesi verirdi. Ben hepsini kitaba harcamıştım. Sonradan araştırma sırasında yemeğe gittiğini söyleyip, restoran fişlerini de koyanları, Londra’ya gezmeye gidip, otellerde kalıp, bunu araştırma bütçesine dahil ettirenleri öğrendim. Bunların hiç biri benim aklıma gelmemişti. Aklıma tek gelen yeni kitaplar almaktı. Baskısı bitmiş olanları Türkiye’ye taşıdım, ozalitcilerde korsan fotokopi çektirtip, kütüphaneye iade ettim.

Bu arada, zaman içerisinde, öğrendiğim bazı şeyler oldu.

Örneğin, ne kadar çok şey bilirsem ve ne kadar kitap sahibi olursam o kadar çok sevilmeyeceğimi öğrendim.

O zaman bir ayıklama yapmalıydım ve duygularımla değil, mantığımla karar vermeliydim. Yaptım da. Yaklaşık beş yüz kitabı ayıkladım, kütüphanelere bağışlamak için. Bu günlerimi aldı. Bol bol da kendimle konuştum. Ben ve Taçlı’nın konuşmaları aşağıda:

Ben: “Paul Auster verilmez ki!”

Taçlı: “Aynı kitabın İngilizcesi var sende. Ver Türkçesini, alamayanlar, bilmeyenler okusun.”

Ben: “Ama bu kitabı 97 yazında okumuştum, o zamanki tatilimin anısı. Çok güzeldi.”

Taçlı: “Ver o kitabı daaa, kitapların Imelda Marcos’u mu olacaksın? Ha yüzlerce ayakkabı, ha kitap! Bırak ihtiyacı olanlar okusun!”

Ben: “Bu kitabın baskısı bile yoktur. Verme lütfen.”

Taçlı: “Onun baskısı yok, bunun başka bir şeyi yok. Evde kitap koyacak yer yok. Ben mi çıkayım?”

Ben: “Ama hiç ülke tarihi ile ilgili kitabı yok diyecekler benim için.”

Taçlı: “Bırak, desinler! Onu da bilmeyiver!”

Ben: “Bu kitabı kızım için saklamalıyım.”

Taçlı: “Yirmi yıl sonra bu kitapla hala ilgilenirse kızın, ki bu pek mümkün görünmüyor, yenisini alırsın. Depo mu burası?”

Ben: “Keşke bunu verebilsem, kitap sıkıcıdan da öte! Yalnız yazarı benim adıma imzalamış. Şimdi ne düşünürler kendisine hediye edilen kitabı başkasına hediye eden hakkında.”

Taçlı: “Peki bu kalsın. Sadece mahalle baskısısın bir kurbanı olduğunu bil!”

Neticede ayıkladım. Yalnız uykularım da kaçtı. Kütüphanelere bağışlamayı planladığım kitapları önce arkadaşlarıma göstermek istedim. İçerisinden seçmek istedikleri var mı yok mu, öncelik hakkı onların olmalıydı.

Bir kaç arkadaşım geldi kitap bakmaya. Yalnız bende başka bir kabus başladı: “Kitaplarım… Başkalarının ellerinde… Götürecekler…!”

Daha fazla dayanamayıp, ellerinden kapıp, bir mazeret bularak vermediğim kitaplar oldu. Kitaplarımdan ayrılmaya hala hazır değilmişim, olmayacağım da. Meğerse, küçük yaşlardan bu yana farkına varmadan obsesif kompülsif yani takıntılı ve tiryaki bir kitapsever olmuşum.

Kütüphanelere bağışlayacağım kitaplardan ayrılamayıp, türlü yalan dolanla arkadaşlarımın elinden kapmam vahim bir durum. Teyzemin neden haklı çıktığını anlamışsınızdır.

Bizim gibilere bibliofil diyorlar. Sözlüğe bakarsanız bu kitapseverin Latincesi. Yalnız arkadaşımın elinden kitabı ne yapıp edip, kaptığım anı görebilmiş olsaydınız, bunun öyle sıradan bir sevgi olmadığını anlardınız. Sanki sigara tiryakisinden, sigarasını saklamışsınız gibi… Öyle düşünün.

Anette B. Weiner bununla ilgili bir kitap yazdı:

Vazgeçilemez Mülkler: Vermek Varken, Saklamanın Çelişkisi.

Bu müthiş kitapta, mülklerimizi aslında başkalarının üstünde güç kurmak için kullandığımız anlatılır. Bu ilkel kabilelerde (Okyanusya yerlileri) yapılan etnografik araştırmalarda ortaya çıkan bir bulgudur.

Mülklerimizden vazgeçmek o gücün bizden ayrılması demek de olacaktır. Bunu da hiç birimiz istemeyiz.

İlkel toplumlarda bu güç, aslında Tanrısaldır: Mülklerimizin en önemli görevlerinden biri, başkalarını büyülememize yardım etmektir.

Pahalı marka giyinmeyi severlerin, tatillerine onca para harcayanların, havalı otomobillere binenlerin ilk örneklerini ilkel kabilelerde gözleyebilmemiz ne kadar ilginç değil mi?

Bütün bunlar, mülklere sahip olmanın ne denli temel bir davranış ve ihtiyaç olduğunu bizlere gösteriyor.

Diğer bir deyişle biz sadece tüketim toplumunun birer kurbanı değiliz.

İnsan doğasının birer tezahürüyüz.

Geri kalan iki bine yakın kitabı nasıl yerleştirdiğimin hikayesi de başka bir yazıya.

İlk yayın https://tacliyazicioglu.com/2016/08/14/kitaplarim-i-tiryakilik-ve-ayrilamama/

3.214 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • Göz RaporuGöz Raporu İlkokula yaklaşmış olmanın verdiği heyecanı ile dolu olduğum zamanlar... 2-3 yaşlarındaki Tuba ile gündüzleri Anneannemde kalıyoruz. Sabah erkenden annem veya babam bizi anneanneme […]
  • Kelebek Kanadı Bacaklar!Kelebek Kanadı Bacaklar! Hava meydanında uçak bekliyorum, eve döneceğim. Geldi bir vatandaş, karşıma oturdu. Oturmadı aslında, çöreklendi. Çöreklenmek ne demek? Gül böreği bilir misin? Spiral şeklinde, ortada […]
  • Bohçacı ZümrütBohçacı Zümrüt Sıcak bir yaz günüydü. Böyle havalarda herkes kendini deniz kıyılarına atar, bizse oturduğumuz yerde kalırız. Kapı çalındı, açtım, karşımda bohçacı Zümrüt… Bir elinde en az on kiloluk bir […]
  • Farketmeden Yitirdiklerimiz…Farketmeden Yitirdiklerimiz… Farketmeden ne de çok şey yitiriyoruz... İlk bu bahar farkına vardım. Bizim ev Feneryolu'nda. Kuyubaşı otobüs durağından 2 numaraya biniyorum her sabah ve Altunizade'deki işyerime […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Ekim 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  

Arşivler