felsefe taşı

Güz Güzeli Stockholm

Güz Güzeli Stockholm
Nisan 08
17:10 2014

On bin metre yukardayız. Solumda, neredeyse göz hizamdaki güneş masmavi gökyüzünde pırıl pırıl. Nasıl bir engin maviliktir bu… Öylece uzanıp gidiyor, kıpırtısız… Ve bu göğün altında, var oluşundan bu yana hiçbir canlının ayak basmadığı karlarla kaplı sonsuz bir platoya benzettiğim bembeyaz bulutlar. Uçağımız ilerliyor mu, yoksa öylece bu zamana ihtiyacı olmayan yalnızlık ülkesinin içinde asılı kalmış duruyor mu? Küçük, oval pencereden bakınca bunu anlamak mümkün değil, ama neyse ki bizim için bir “zaman” var. İstanbul’dan ayrılalı üç buçuk saat geçmiş. Uçağımız artık alçalıyor. Alçaldıkça içine daldığımız o ak bulutlar soba isiyle tütsülenmiş tül perdelere döndü. dışarıda göz gözü görmüyor. 2300 metre, 1800 metre… Yüreğimde bir endişeli çarpıntı, koltuğumun kenarlarını sıkıca tutuyorum, gözümse hala küçük pencerede. Gri tüller savruldukça şöyle bir yüzünü gösteriyor yer küremiz. Aynalaşmış bir su, vişne çürüğümsü binalar, ağaçlar… Ve işte sonunda Kuzey’in Venedik’i Stockholm huzurunuzda.

Kuşbakışı

Adalar, adalar, adalar… İrili ufaklı sayısız ada ve bunları birbirine bağlayan sayısız köprü. Tepeleri altın yaldızlı yüksek kuleli bir yığın yapı ve bunları kucaklayan ormanlar, korular, öbek öbek ağaçlar… Çamlar huş ağaçlarıyla, kayınlarla, kuşkirazlarıyla, akçaağaçlarla, üvezlerle, söğütlerle sarmaş dolaş. Van Gogh’un fırçasıyla, paletiyle yarışan –ya da onun yarıştığı- inanılmaz çarpıcılıkta bir sonbahar. Gülkurusu, altın, bakır, kehribar, tarçın, acı çikolata, kavrulmuş kahve, kuru üzüm, kırmızı şarap ve belki de biraz kan. Sarıdan kırmızıya, kırmızıdan kahverengine şu dünyada ne kadar renk varsa yeşilin üzerine görünmez bir ustanın sabırlı eliyle birer birer yerleştirilmiş gibi. Hava çok soğuk – Ekim başı 2 derece- ama sonbaharın renkleri yakıcı, sonbaharın renkleri kavurucu Stockholm’da. Hava ne kadar soğuk olursa olsun, doğa yine de insanın gönlünü sıcacık ısıtıyor. Doğrusu ben böyle güzel güz görmedim ömrümde.

Kuşbakışından kuş gibi yalnızlığa düşmek

Bir kenti kuşbakışı seyretmek başka, onun içinde kendini yalnız bir kuş gibi hissetmek çok başka. Bunu İsveç’te kaldığımız bir hafta boyunca pek çok kez düşündüm. Yaklaşık sekiz buçuk milyon nüfuslu bu İskandinav ülkesi ağırlıklı olarak son otuz-kırk yıldır dünyanın değişik yörelerinden, ama özellikle İtalya, Yunanistan ve Türkiye’den çok sayıda göçmen kabul etmiş. Şimdi bunlara Somali, Etiyopya ve Bosna’dan gelenler de katılmış. Her biri kendi kültür ve geleneğini demokrasi ölçülerinde yaşamakta, geliştirip alabildiğine zenginleştirmekte özgür olan göçmenlerin çoğunluğu İsveç devletinin ayırım yapmaksızın cömertçe sunduğu sosyal, ekonomik ve psikolojik yardımlara karşın hala tam olarak toplumla kaynaşıp onun canlı, dinamik bir parçası olmuş izlenimi yaratmıyor insanda. Kendilerine devletçe gösterilen, standardı diğerlerinden düşük olmayan ama yine de nispeten kentin dış bölgelerine inşa edilmiş konutlarda bir arada, alıştıkları yaşam biçimlerini sürdürüyorlar ve büyük bir kısmı Stockholm’ü de, İsveç’i de yabancı görüyor; konuşurken sürekli olarak “Biz ve onlar” ayırımı yapıyorlar. İlk bakışta bunun nedeninin özledikleri topraklar ve güneş olduğu düşünülse de durum çok daha sosyolojik boyutlara sahip. Göçmenler ve onları kabul edenlerin dünyaları hala farklı. Göze görülmeyen zorlu duvarlar var bu dünyaların arasında. İsveç de bu sorunun çözümünün peşinde, bu amaçla Entegrasyon Bakanlığı kurulmuş. Globalleşen dünyanın getirdiği sorunları çok daha önceden yaşamaya başlamış burası, mutlaka çözümleri de diğerlerinden önce bulacaktır. Göçmenlerin arasında bu sorunların hakkından gelebilmiş olanların sayısı da az değil. Gerçek bir mesleğe sahip olanlar, sanat ya da bilim alanında artı getirebilenler çoktan kaynaşıp gitmiş İsveç’le, hem de yıllar önce. Hayatın değişik alanlarında bireysel değer ve çabalarını ikinci yurtlarının onlara sunduğu olanaklarla perçinleyip ipi göğüslemişler.

Bu değerli insanlardan biri de heykeltıraş İlhan Koman (1921 Edirne–1986 Stockholm). İrili ufaklı meydanlarını klasik ya da modern üslupta eski yeni pek çok heykelin süslediği Stockholm’de onun yapıtlarının sayısı az değil. Bunların biri de Mimarlık Okulu’nun önüne yerleştirilmiş olan “Leonardo Anıtı”. Heykelin arkasında birkaç ağaç, ağaçların dibine bırakılmış renk renk bisikletler, bankta öpüşen bir çift, karşıya geçmek için bekleyen çifte bastonlu bir ihtiyar, vızır vızır geçen arabalar… Az ötedeki kilisenin kiremit rengi çan kulesi solgun, gri gökyüzüne sipsivri uzanmış. Koman’ın pas rengi metal yapıtı çember çember…

Kentin merkezinde

Stockholm bu yıl 750. kuruluş yıldönümünü kutlamış. Kentle ilgili ilk yazılı kayıtlar 1252’yi gösteriyor, ama geçmişteki büyük yangınlarla ahşap binalar yanıp yıkıldığından eski yapıların büyük bir bölümü 18. ve 19. yüzyıla ait. Stockholm, batıdaki Maaren Gölü ile doğudaki Baltık Denizi’ni birbirine bağlayan doğal kanallar ve bunların arasındaki adacıkların üzerine kurulmuş. Kentteki ilk yerleşme de orta yerdeki birbirine çok yakın üç adacık üzerinde başlamış. Şimdi bunlar birbirine ve diğer adalara bazısı taş ve daha yenileri demirden köprülerle bağlı. Gamla Stan (Eski kent) denilen bu tarihi yerleşim Avrupa’daki bütün benzerleri gibi kafeler, restoranlar ve hediyelik eşya dükkânlarıyla dolu turistik bir merkez. Gotik tarzda sivri kuleli kiliseler, cephesi kabartmalarla süslü taş binalar ve neredeyse üç kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar, ortalarına asılmış siyah demir fenerlerle aydınlatılan parke taşı döşeli sokaklar… Eski Kraliyet Sarayı ve Parlamento binası da burada. Günün hemen her saati kalabalık Gamla Stan; yalnız turistler değil Stockholmlüler de seviyor burayı. Öğle ve akşam saatlerinde tüm restoranlar dolu, geceleri bir bardan çıkıp diğerine giriyor insanlar. Bazıları gruplar halinde neşe içinde, bazılarıysa bir başına, yapayalnız ve alabildiğine sarhoş…

Kent, Gamla Stan’ın çevresinde yayılıp genişlemiş. En canlı bölge kuzeydeki Norrmalm denilen yer. Geleneksel ve modern mimarinin olağanüstü bir ustalıkla kaynaştığı merkez istasyon (Cenral Station) da; işyerleri, resmi binalar, büyük alışveriş merkezleri ve yine sayısız kafe ve restoranla donanmış caddeler de her an kalabalık. Bizim semt pazarlarına benzer ama çok daha düzgün, sebze ve meyve satılan alanlar da var burada. Yalnız Pazar deyince aklınıza asala ucuzluk gelmemeli. Stockholm son derece pahalı bir kent, fiatlar da bulunduğunuz semte göre fazlaca değişmiyor. Dolaşmaktan yorulup da bir fincan kahve içmek isterseniz en az 2,5 dolar ödüyorsunuz, yanında bir şeyler yemek isterseniz hesabı öderken tatsız bir sürprizle karşılaşmamak için siparişten önce mutlaka fiat listesine bakmak gerek.

Yemek deyince… Hemen her damağa uygun restoran var şehirde; Fransız, Hint, Çin ve hatta Moğol restoranları… Ama içlerinde galiba en revaçta olanlar İtalyanlarınkiler, hemen her köşe başında bir tane var. Ayaküstü karın doyurmak isteyenler için Mcdonalds ve Pizzahut dükkânlarının yanında, döner satılan, kapısında kocaman harflerle “Kebap” yazılısı da bol. Bunların sahipleri genelinde Türkiyeli, keza taksi şoförleri de… Kulağımız çalınan –mutlaka abartılı- dedikodulara bakılırsa bu oran yüzde sekseni bulmuş ve Stockholm’ün en eski taksi şirketlerinden olan “Stockholm Taksi”nin yaşlı ve muhafazakar sürücüleri bu geğişimden bir parça rahatsızmış. Yine de bunu yüksek sesle söylediklerini hiç sanmam, her biri sanki Lordlar kamarası’ndan çıkmışa benzeyen bu beyefendiler son derecede ölçülü ve saygılı. Aslında işin doğrusu ben bir hafta boyunca ölçülü olmayan, işini baştan savma yapan bir İsveçliye de rastlamadım. Buna kaldığımız büyük otelin personeli de, küçük mağazaların tezgahtarları da, kulüpleşmiş restranların garsonları da dahil.

Yazının ve yazarın özgürlüğü

İsveç Pen Kulüp’ün Zaza Verlag ile ortak olarak ABF (İşçi Eğitim Merkezi) merkezinde düzenlediği toplantıdan çıktıktan sonra kulübün başkanı Karadağ kökenli Liljana Dufgran’ın davetiyle sekiz on kişilik bir grup halinde yazarlar restoranı olarak ünlenmiş “Rydberg’s Bar”ın yolunu tuttuk. Dufgran, tanıdığım en enerjik, en sıcakkanlı, en konuşkan insanlardan biri; yeşil gözlerinde çakan zeka kıvılcımları da, kahkahaları da tükenmedi gece boyunca.
İsveç mutfağının gözdesi Lax (Somon balığı) ve şarap eşliğinde bol bol sohbet ettik. Neler neler anlattı Liljana… İsveç, Yugoslavya, Karadağ, Nobel, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Strindberg, İvo Andriç… ve bir yığın hikaye… Ama beni en çok etkileyen geçtiğimiz yıl kulübün düzenlediği bir etkinlik oldu. İsveç Pen Kulüp son yıllarda özellikle düşünceleri nedeniyle baskıya uğrayan yazarların, çizerlerin yanında olmuş, onlara sonsuz destek vermiş saygın bir kuruluş. Dufgran ve arkadaşları düşünce ve yaratıcılık özgürlüğünün ne kadar önemli olduğunu, koşullanmaların insanlığı nasıl eksiye yöneltebileceğini bir kez daha vurgulayıp somutlaştırmak için teatral bir gösteri düzenlemiş. Oyun gereği tutuklanacak dört yazar saptanmış, bu saptama sırasında düzenleme komitesinin ilk aklına gelen isimler politik yazılarıyla ünlü olanlar…

Dufgran:
“Hayır,” demiş, “bu, politik eğilimler sorununu aşan bir konu. Yazının sade politik boyutuyla değil, edebiyat sanatının gerçek özgürlüğüyle ilgili. Stockholm’ün karanlık bir gününü anlatan şair de pekala kalıbına uydurup halkı karamsarlığa, umutsuzluğa sürüklemekle, düzeni bozmakla suçlanabilir.”
Dört politik yazar yerine dört edebiyatçı seçilmiş; aktör ve aktrislere yargıç, savcı rolleri verilmiş, savunma için de gerçek avukatlar çağrılmış. Avukatlara senaryo metni dağıtılmamış. “Bildiğiniz gibi savunma yapacaksınız,” denilmiş. Dört yüz kadar seyircinin önünde oyun başlamış, yazarlar tutuklanıp mahkeme salonuna getirilmiş, savcı onları düzene karşı olmakla suçlamış ve savunma başlamış. Daha ilk beş dakika dolmadan hâkim avukatları susturmuş:

“Sözünü ettiğiniz yasalar bu sabah değişti, haberiniz yok mu? Sizler ne biçim avukatlarsınız?”
Savunma me kadar uğraşsa da edebiyatçıları kurtaramamış, sonunda mahkûmiyet kararı alınmış. Baş yargıç kararı okurken sert bir el hareketiyle herkesi ayağa kaldırmış. Karar okunmuş ve hâkim yine emretmiş:
“Şimdi ulusal marşımızı söyleyelim.”
Liljan Dufgran bir anda dört yüz kişinin ayağa kalkıp nasıl birlikte İsveç Ulusal Marşı’nı söylemeye başladığını söylerken yine gülüyordu.
“Tabii hemen toparlanıp sustular. Hedefimize ulaşmıştık. Koşullanmalara karşı ne kadar uyanık olmak gerektiğini, baskıya uğrayanın ve hatta baskı yapanın daima başkaları olmayabileceğini gösterdik.”
Saat on bire gelmişti, masalar da şişeler de boşalmış. Biz de kadehlerimizde kalanları bitirip duvarları yüzlerce yazar fotoğrafı- ki biri de Aziz Nesin’indi- cilt cilt kitap ve tabloyla donanmış bu sıcak atmosferli, yüz yıllık restorandan çıkıp soğuk Stockholm sokaklarına dağıldık. Kimimiz eve, kimimiz otele…

Deniz üstünde sandalye

Kaldığımız otel Gamla stan’ın tam karşısında bir kavşaktaydı, bir yanımızda Nobel ödüllerinin dağıtıldığı tarihi Belediye Binası, bir yanımızda Aftanbladet’in (akşam gazetesi) gül kurusu renkli taş yapısı. Gece olup da Gamla Stan’ın arkasındaki yakada, kentin güneyinde ışıklar yandığında sanki Haliç’e bakıyorum gibi geliyordu bana. Belki de iki kıyı boyunca sıralanmış gemilerdi bana bu izlenimi veren, kim bilir…

Azıcık arkamızda kalıyordu merkez istasyon. Sabahın köründen geç saatlere kadar trenler gidiyor, trenler geliyor, otobüslerin ardı arkası kesilmiyordu. Sırt çantalı, valizli bir yığın insan… Stockholm’ün gideni de geleni de boldu galiba. Sanki ben de onalrdan biri değilmişim gibi her gece seyrettim türlü çeşit yolcuyu.
Bir ben vardım meydanı gözleyen, bir de o. Gerçi kendi görünmüyordu, ama o basit, cilasız sandalyesi devrilmeden daima suyun üzerindeydi.
Gamla Stan’ı Norrmalm’e bağlayan biri demir diğeri taş iki köprünün arasında kalan suyun üzerinde yapayalnız bir sandalye ve parmaklıklara iliştirilmiş bir küçük plaket:
“Eric Dietman anısına”
İsveç’in ünlü Fluxus öncüsü ressam ve heykeltıraşı Eric Dietman… Onca süslü, iddialı yapının arasında onun anısına konulmuş o küçük tahta sandalye beni o yapılardan daha çok etkiledi. Tabii böylesi bir çarpıcı çelişkiyi gerçekleştiren yaratıcılık ve hoşgörülü, esprili zihniyet de… İsveç, sanki bütün çelişkileri barıştırıp kaynaştıran bir pota; hem soyut hem de somut anlamda üstelik. Farklı kültürler, farklı yaklaşımlar, farklı yorumlar… dövüşmeden…

İki küçük ada

Gamla Stan’ın hemen doğusunda iki küçük ada daha var; bunlardan biri Skeppsholmen, diğeri de Skansen. İkisi de ağaçlık ve ikisi de müzelerle dolu. Skansen, Kraliyet ormanlarının (Djurgarden) bulunduğu alan, ağaçların arasındaki birbirinden güzel binaların çoğu da Kraliyet Ailesi’ne ait. Tamamen halka açık bu parklarda dolaşmak sanırım yalnız sonbaharda değil yılın diğer mevsimlerinde de doyumsuzdur. Kocaman bir gelişmiş kentin içinde bozulmamış, tertemiz bir doğa. Gerçekten bulunmaz bir hazine, özellikle de bizim gibi son derecede kötü yapılaşmış yerlerden gelenler için.

Skeppsholmen de, Djurgarden de köprülerle karşı kıyıya bağlı. Djurgarden’in karşısındaki Ladugardgardet bölgesi televizyon kulesiyle ünlü. 155 metrelik kulenin 18 kilometre hızla tırmanan asansörü insanı bir anda tepeye çıkarıyor. 34. kattan bakınca Stockholm’ün tadına daha iyi varılıyor. Adalar, adalar, adalar… Adalar arasında gidip gelen bir yığın tekne. Rüzgarla kanatlanmış yelkenliler, arkasında köpükler bırakarak uzaklaşan motorlar, bembeyaz yolcu gemileri, bacası selam verir gibi yana yatık küçük buharlılar; limanlara, marinalara çekilmişler, açılmayı bekleyenler… Denizle iç içe bir şehir: Stockholm ve denizle iç içe yaşayan şanslı Stockholmlüler…

Böyle insanları bir sepete koymak ne kadar da kolay değil mi? İstanbullular, Madridliler, Parisliler, Stockholmlüler… Oysa benzer mutluluk ve mutsuzlukların harmanında savrulmasına rağmen her hayat farklı; tıpkı parmak izlerimiz gibi.

Ağzımda bir delilik

Yazar Auguste Strindbeg 17 Haziran 1908’de günlüğüne, “Djurgarden’de dolaştım. Saat dokuzda acı patlaması. Eve dönüşümde onu ağzımda bir delilik, ilkel bir kötülük, nefret, cadılık, cehennem tadı, bakır ve kadavra olarak hissettim…” diye yazmış. (Gizli Günlük-Türkçesi Işıl Türkşen)

Dünya tiyatrosuna onlarca büyük eser bırakmış olmasına karşın bir türlü huzur ve mutluluk bulamadan, dur duraksız bunalımların beşiğinde ölene dek sallanmış yazarın kentine gelip de “Mavi Kule” diye adlandırdığı evine uğramamak olmazdı.
Strindberg son dört yılını bu evde geçirmiş ve bu evde ölmüş. Dönemin modern yapılarından biriymiş burası; merkezi ısıtmalı, asansörlü ve banyolu bir ev. 1973’te müze haline getirilmiş. Paltolarımızı sanki bir dostun evine gelmiş gibi antredeki

Askılara bırakıp içeri girdik. Oturma odası, yemek odası, yatak odası ve çalışma odası. Yatak odası içimi acıttı, küçük tek kişilik bir yatak. Yalnızlık odası… Üstelik artık yalnızlığını paylaşma umudu taşımayan birinin odasıydı bu. Strindberg burada ölmüştü. Kalemleri, kağıtları, boyaları, notaları, fotoğrafları… Duvarlarada kendi yaptığı resimler asılıydı, içlerinden birinin adı: “Kıskançlık Gecesi” Karmakarışık duyguların fırçadan seslenişi…
Strindberg, dünyanın en büyük tiyatro yazarlarından biri olarak hayranlık uyandırıcı, ölümsüz bir yaratıcı. Ama benim içimde başka bir duygu daha uyandırıyor: Merhamet. Bir türlü sevildiğine inanamadan, korkunç acılar çekerek, çektirerek yaşlanmış bir erkek çocuk. Satırlarının arasına elimi uzatıp saçlarını okşamak istiyorum onun. Mavi Kule’den yüreğimiz buruk ayrıldık. Her taraf Dramatik Tiyatro’nun yeni oyununun afişleriyele donatılmış: “Rus- Auguste Strindberg”

Donup kalan zamanın avizeleri, aynaları

Dönüşümüzden bir gün önce bir kahve için –bilmem doğru, bilmem yanlış- Strindberg’in sıkça gelip yazılarını yazdığı söylenen, Dramatik Tiyatro’nun hemen yanındaki Berzelii Parkı’nın içindeki Berns’e gittik. Bir dönem tiyatro binası olarak da kullanılmış son derecede süslü, devasa kristal avizelerin aydınlattığı, altın yaldızlı heykeller ve aynalarla donanmış bu yapı günümüzde otel, restoran ve toplantı salonu kompleksi olarak kullanılıyor. Rahat koltuklara kurulup koyu İsveç kahvelerimizi içerken hem etrafı hem de bir zamanlar tiyatro sahnesi olan platformda gösterilen diaları seyrettik. Eski balolar, güzellik yarışmaları, konserler siyah beyaz karelerde donup kalmıştı, ama hala aynı avizeler aydınlatıyordu ortalığı. Aynalarda biriken anılar ise göze görünmezdi.

Berns’den çıkınca yürüye yürüye döndük otele. Bir yanda tiyatro, opera, bankalar; bir yanda saray, parlamento, arada kopkoyu sular, taş köprüler, köprü kenarlarında ördekler, gri balıkçıllar, arada bir havalan martılar… Giderek sertleşen, gözümüzü yaşartan rüzgara karşı yürüdük. Eric Dietman’ın sandalyesi hafifçe sallanıyordu, akşam alacasında üzerine belli belirsiz bir ışık huzmesi düşmüş. Trenler geliyor, trenler gidiyor, otobüslerin ardı arkası kesilmiyordu.

Otele varınca Norveç’ten, Finlandiya’dan, İtalya’dan, Almanya’dan, İran’dan, Amerika’dan ve daha kim bilir nerelerden ne için buraya gelmiş bir yığın kadın ve adamla birlikte doğal gazla çalışan büyük kübik şömineye bakarak oturduk. Döner kapnın yanındaki dükkanda Kosta Boda camlar, kristaller şıkırtı içindeydi. Afrika kökenli garson kız yüzünden eksilmeyen gülüşüyle yanımıza gelip “Hei,” dedi. “Bir şeyler içmek ister misiniz?”

Hoşça kal güz güzeli

Uçak yine on bin metrede. Vikingler’in ülkesi hızla geride kalıyor. Çantamda eski dostlara birkaç hediye, gönlümde yeni dostların anıları… Dönüyoruz.

5.538 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • Yobazlık ve BağnazlıkYobazlık ve Bağnazlık “Bilinende sınır vardır, bilinmeyende sınır yoktur. İnsan aklı anlaşılmazlığın engin okyanusunda barınacak bir ada sağlar. Her kuşağa düşen iş, bu okyanustaki adaya biraz daha toprak […]
  • GölgeGölge Yoruldum artık!... Gitmeyeceğim peşinden... Ne kadar oldu hatırlamıyorum; sürekli onunla ve onun peşinde olmak; sürünmek... Gittiği her yerde onunla olmak. Üstelik rengim sadece […]
  • Âteş Makamı’ndan İzlenimlerim…Âteş Makamı’ndan İzlenimlerim… Nice zamandır görüşemediğim çok sevgili bir Can Dost’un, konser vermek üzere yaşadığım kentte bulunduğundan haberdar olunca , hiç durur muyum hemen koştum. Konser öncesinde grup […]
  • Gün olur…Gün olur… Yazıma ünlü şairimiz Orhan Veli’nin “Gün olur alır başımı giderim...” şiiriyle başlamak istedim. “Gün olur, alır başımı giderim, Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda. Şu ada […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Ekim 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  

Arşivler